26 Nisan 2008 Cumartesi

Noktalama İşaretleri

Duygu ve düşünceleri daha açık ifade etmek, cümlenin yapısını ve duraklama noktalarını belirlemek, okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere kullanılan işaretlere noktalama işaretleri denir.



Nokta ( . )

1. Cümlenin sonuna konur: Türk Dil Kurumu, 1932 yılında kurulmuştur.

Artık o, ne üniformalı bir başkumandan, ne fraklı ve beyaz kravatlı bir devlet başkanıydı.

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Panorama)

Saatler geçtikçe yollara daha mahzun bir ıssızlık çöküyordu.

(Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu)

Ancak, duraklamanın daha az yapıldığı sıralı cümlelerde nokta yerine virgül veya noktalı virgül konur: At ölür, meydan kalır; yiğit ölür, şan kalır.

2. Kısaltmaların sonuna konur: Alb. (albay), Dr. (doktor), Yard. Doç. (yardımcı doçent), Prof. (profesör), Cad. (cadde), Sok. (sokak), s. (sayfa), sf. (sıfat), vb. (ve başkaları, ve benzerleri, ve bunun gibi); T. (Türkçe), Alm. (Almanca), Ar. (Arapça), Far. (Farsça), Fr. (Fransızca), İng. (İngilizce), Lât. (Lâtince) (bk. Kısaltmalar).

Ancak, bazı kısaltmalarda nokta kullanılmaz: TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi), TDK (Türk Dil Kurumu); KB (Kutadgu Bilig), TD (Türk Dili); B (batı), D (doğu), GB (güneybatı), GD (güneydoğu); m (metre), cm (santimetre), g (gram), kg (kilogram), l (litre), hl (hektolitre); C (karbon), Fe (demir) (Ayrıntı için bk. Kısaltmalar).

3. Sayılardan sonra sıra bildirmek için konur: 3. (üçüncü), 15. (on beşinci), IV. (dördüncü); II. Mehmet, XIV. Louis, XV. yüzyıl; 2. Cadde, 20. Sokak (bk. Sayıların yazılışı 6).

UYARI: Cadde ve sokak numaralarında nokta mutlaka kullanılmalıdır. Nokta kullanılmadığı takdirde yukarıdaki örneklerden 2 adet cadde, 20 adet sokak anlaşılır.

4. Bir yazının maddelerini gösteren rakam veya harflerden sonra konur:

I. 1. A. a.
II. 2. B. b.
5. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 29.5.1453, 29.X.1923.

Tarihlerde ay adları yazıyla da yazılabilir. Bu durumda ay adlarından önce ve sonra nokta kullanılmaz: 29 Mayıs 1453, 29 Ekim 1923.

6. Saat ve dakika gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: Tren 09.15'te kalktı.

Tören 17.30'da, hükûmet daireleri kapandıktan yarım saat sonra başlayacaktır. (Tarık Buğra)

7. Arka arkaya sıralanan virgülle veya çizgiyle ayrılan rakamlardan sadece sonuncu rakama nokta konur: 3, 4 ve 7. maddeler; XII – XIV. yüzyıllar arasında.

8. Bibliyografik künyelerin sonuna konur:

Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1960.

9. Üçlü gruplara ayrılarak yazılan büyük sayılarda gruplar arasına konur: 16.551.000, 22.465.660. Gruplara ayrılan sayılarda nokta kullanılmaması da mümkündür (bk. Sayıların yazılışı 4).

10. Matematikte çarpma işareti yerine kullanılır: 4.5 = 20




Virgül ( , )

1. Birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konur:

Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sıcak, aydınlık ve sevimli odanın havasında erir gibi oldum.

(Halide Edip Adıvar, Kalp Ağrısı)

Sessiz dereler, solgun ağaçlar, sarı güller

Dillenmiş ağızlarda tutuk dilli gönüller

(Faruk Nafiz Çamlıbel)

2. Sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Bir varmış, bir yokmuş.

Umduk, bekledik, düşündük.

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

Fakat yol otomobillere yasak olduğundan o da herkes gibi tramvaya biner, kimse kendisine dikkat etmez.

(Falih Rıfkı Atay, Denizaşırı)

3. Cümlede özel olarak vurgulanması gereken ögelerden sonra konur:

Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade ederiz.

(Mustafa Kemal Atatürk)

4. Uzun cümlelerde yüklemden uzak düşmüş olan ögeleri belirtmek için konur:

Saniye Hanımefendi, merdivenlerde oğlunun ayak seslerini duyar duymaz, hasretlisini karşılamaya atılan bir genç kadın gibi, koltuğundan fırlamış ve ona kapıyı kendi eliyle açmaya gelmişti.

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Panorama)

5. Cümle içinde ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için konur:

Örnek olsun diye, örnek istemez ya, söylüyorum.

Şimdi, efendiler, müsaade buyurursanız, size bir sual sorayım.

(Mustafa Kemal Atatürk)

6. Anlama güç kazandırmak için tekrarlanan kelimeler arasına konur:

Akşam, yine akşam, yine akşam,

Göllerde bu dem bir kamış olsam!

(Ahmet Haşim)

Kopar sonbahar tellerinden

Derinden, derinden, derinden

Biten yazla başlar keder musikisi

(Yahya Kemal Beyatlı)

Ancak, ikilemelerde kelimeler arasına virgül konmaz: akşam akşam, yavaş yavaş, bata çıka, koşa koşa.

7. Tırnak içinde olmayan aktarma cümlelerden sonra konur: Datça'ya yarın gideceğim, dedi.

– Bugünlük bu kadar her gün üç mermi, diye düşündü.

(Tarık Buğra, Küçük Ağa)

8. Konuşma çizgisinden önce konur:

Hatta bahçede gezen hanımefendi bile işin farkına varıp,

– Nen var senin çocuğum, diye sormak zorunda kaldı.

(Haldun Taner, Hikâyeler)

9. Kendisinden sonraki cümleye bağlı olarak ret, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, yoo, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, baş üstüne, öyle, haydi, elbette gibi kelimelerden sonra konur: Peki, gideriz. Olur, ben de size katılırım. Hayhay, memnun oluruz. Haydi, geç kalıyoruz.

Evet, kırk seneden beri Türkçe merhale merhale Türkleşiyor.

(Yahya Kemal Beyatlı)

— Yoo, güvercinlerime dokunmayınız, dedi.

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

10. Bir kelimenin kendisinden sonra gelen kelime veya kelime gruplarıyla yapı ve anlam bakımından bağlantısı olmadığını göstermek için kullanılır:

Bu, tek gözlü, genç fakat ihtiyar görünen bir adamcağızdır.

(Halit Ziya Uşaklıgil, İzmir Hikâyeleri)

Bu gece, eğlenceleri içlerine sinmedi.

(Reşat Nuri Güntekin, Bir Kadın Düşmanı).

11. Hitap için kullanılan kelimelerden sonra konur:

Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele, müsademe demektir.

(Mustafa Kemal Atatürk)

Sayın Başkan,

Sevgili kardeşim,

Değerli arkadaşım,

12. Yazışmalarda, başvurulan makamın adından sonra konur:

Türk Dil Kurumu Başkanlığına,

13. Yazışmalarda, yer adlarını tarihlerden ayırmak için konur:

Kuşadası, 7 Şubat (Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu)

14. Sayıların yazılışında, kesirleri ayırmak için konur: 38,6 (otuz sekiz tam, onda altı), 25,33 (yirmi beş tam, yüzde otuz üç), 0,45 (sıfır tam, yüzde kırk beş) (bk. Sayıların yazılışı 5).

15. Bibliyografik künyelerde yazar, eser, basım evi vb. maddelerden sonra konur:

Falih Rıfkı Atay, Tuna Kıyıları, Remzi Kitap Evi, İstanbul 1938.

Yazarın soyadı önce yazılmışsa soyadından sonra da virgül konur:

Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Ankara 1958.

UYARI: Metin içinde ve, veya, yahut bağlaçlarından önce de, sonra da virgül konmaz:

Nihat sabaha kadar uyuyamadı ve şafak sökerken Faik'e bol teşekkürlerle dolu bir kâğıt bırakarak iki gün evvelki cephe dönüşü kıyafeti ile sokağa fırladı. (Peyami Safa, Mahşer)





Noktalı virgül ( ; )

1. Cümle içinde virgüllerle ayrılmış tür veya takımları birbirinden ayırmak için konur: Erkek çocuklara Doğan, Tuğrul, Aslan, Orhan; kız çocuklara ise İnci, Çiçek, Gönül, Yonca adları verilir.

2. Ögeleri arasında virgül bulunan sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Sevinçten, heyecandan içim içime sığmıyor; bağırmak, kahkahalar atmak, ağlamak istiyorum. Sabahtan beri bekliyorum; ne gelen var, ne giden. İş işten geçti; artık gelse de olur, gelmese de.

3. Virgülle ayrılmış örnekleri farklı örneklerden ayırmak için konur: Türkiye, İngiltere, Azerbaycan; İstanbul, Londra, Bakû.

4. Kendilerinden evvelki cümleyle ilgi kuran ancak, yalnız, fakat, lâkin, çünkü, yoksa, bundan dolayı, binaenaleyh, sonuç olarak, bununla birlikte, öyleyse vb. cümle başı bağlaçlarından önce konur:

Halis bir şiir fena okunabilir; lâkin sahte bir şiir iyi okunamaz.

(Yahya Kemal Beyatlı)

Bir millet ordusunu kaybedebilir, bağımsızlığını da kaybedebilir; fakat dilini sakladıkça o millet yaşıyor demektir.

(Nihal Atsız, Türk Ülküsü)

* * *

Sıralı cümleler arasında ancak, fakat, çünkü vb. cümle başı bağlayıcılarından önce yazar, araya nokta, virgül, noktalı virgül koymakta serbesttir. Bu husus, yazarın üslûptaki tercihiyle ilgilidir.







İki nokta ( : )

1. Kendisinden sonra örnek verilecek cümlenin sonuna konur: Millî Edebiyat akımının temsilcilerinden bir kısmını sıralayalım: Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ali Canip Yöntem.

Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile yazmayan iki kişi görmüşümdür: Atatürk ve İnönü!

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya)

– Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?

Ziraatçı sayar:

– Yulaf, pancar, zerzevat, tütün...

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya)

2. Kendisinden sonra açıklama yapılacak cümlenin sonuna konur:

Bu kararın istinat ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi: Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır.

(Mustafa Kemal Atatürk)

Kendimi takdim edeyim: Meclis kâtiplerindenim.

(Falih Rıfkı Atay, Denizaşırı)

Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. (Yahya Kemal Beyatlı)

3. Kütüphanecilik alanında yazar adı ile eser başlığı arasına konur: Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gök Kubbemiz, Falih Rıfkı Atay: Çankaya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Yaban, Faruk Nafiz Çamlıbel: Bir Ömür Böyle Geçti (bk. Virgül 15).

4. Ses biliminde uzun ünlüyü göstermek için kullanılır: a:ile, ka:til, usu:le, i:cat.

5. Edebî eserlerdeki karşılıklı konuşmalarda, konuşan kişinin adından sonra konur:

Bilge Kağan: Türklerim, işitin!
Üstten gök çökmedikçe
altan yer delinmedikçe
ülkenizi, törenizi kim bozabilir sizin?
Koro : Göğe erer başımız
başınla senin !
Bilge Kağan: Ulusum birleşip yücelsin diye
gece uyumadım, gündüz oturmadım.
Türklerim Bilge Kağan der bana.
Ben her şeyi onlar için bildim.
Nöbetteyim !
(A. Turan Oflazoğlu, Anıtkabir)

6. Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: 56:8=7, 100:2=50.



Üç nokta ( ... )

1. Tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur:

Ne çare ki, çirkinliği hemencecik ve herkes tarafından görülüveriyordu da, bu yanı...

(Tarık Buğra, Dönemeçte)

2. Kaba sayıldığı için veya bir başka sebepten ötürü açıklanmak istenmeyen kelime ve bölümlerin yerine konur: Kılavuzu karga olanın burnu b...tan çıkmaz.

B..., 7 Nisan (Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu)

Arabacı B...'a yaklaştığını söylüyor, ikide bir fırsat bularak arabanın içine doğru başını çeviriyordu.

(Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)

3. Alıntılarda; başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümlerin yerine konur:

Mümtaz, bu dükkâna bakarken hiç farkında olmadan Mallarmé'nin mısraını hatırladı: "Meçhul bir felâketten buraya düşmüş..."

(Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur)

Alınmayan kelime ve bölümlerin yerine yay ayraç içinde üç nokta konması da mümkündür.

4. Sözün bir yerde kesilerek geri kalan bölümün okuyucunun muhayyilesine bırakıldığını göstermek veya ifadeye güç katmak için konur:

Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altındaki dağlar, korular, beyaz yalılar... Ve bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havaî hakikati gibi uçan martı sürüleri...

(Ömer Seyfettin, Bahar ve Kelebekler)

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...

(Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları)

Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!

(Faruk Nafiz Çamlıbel, Sanat)

Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade ederiz. O noktainazar şudur: Türk milletini, medenî cihanda, lâyık olduğu mevkie is'at etmek ve Türk cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek...

(Mustafa Kemal Atatürk)

5. Ünlem ve seslenmelerde anlatımı pekiştirmek için konur:

Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:

— Koca Ali... Koca Ali, be!...

(Ömer Seyfettin, Diyet)

6. Karşılıklı konuşmalarda, yeterli olmayan, eksik bırakılan cevaplarda kullanılır:

— Yabancı yok!
— Kimsin?
— Ali...
— Hangi Ali?
— ...
— Sen misin, Ali usta?
— Benim!...
— Ne arıyorsun bu vakit buralarda?
— Hiç...
— Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa !...
— !...

(Ömer Seyfettin, Diyet)

UYARI: Türk yazımında iki nokta yan yana kullanılmaz.







Soru işareti ( ? )

1. Soru bildiren cümle veya sözlerin sonuna konur:

Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı?

(Faruk Nafiz Çamlıbel, Yolcu ile Arabacı)

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

(Ahmet Haşim, Merdiven)

Atatürk bana sordu:

— Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya)

Soru, vurguyla belirtildiği zaman da soru işareti kullanılır:

Gümrükteki memur başını kaldırdı:

— Adınız?

Soru bildiren cümle veya sözlerde bazen cevabın ne olacağı sözün gelişinden belli olur. Bu tür cümle ve sözlerin sonunda da soru işareti kullanılır: Haksız mıyım? Liderler içinde Atatürk gibisi var mı?

Yoksa bu sözümde yalan var mı?

(Bilge Kağan)

2. Bilinmeyen yer, tarih vb. durumlar için kullanılır: Yunus Emre (1240?-1320), (Doğum yeri: ?).

Türk halk felsefesinin, Türk nükteciliğinin ve mizah dehasının büyük mümessili Nasreddin Hoca da (Hâce Nasirüddin) bu asırda yaşamıştır (1208 ?-1284).

(Türk Dünyası El Kitabı)

3. Bir bilginin şüpheyle karşılandığı veya kesin olmadığı durumlarda yay ayraç içinde soru işareti kullanılır:

Ankara'dan Konya'ya 1,5 (?) saatte gitmiş.

1496 (?) yılında doğan Fuzulî ...

UYARI : mı / mi eki -ınca / -ince anlamında zarf-fiil işleviyle kullanıldığı zaman soru işareti konmaz: Akşam oldu mu sürüler döner. Hava karardı mı eve gideriz.

Alp Er Tonga öldi mü

Esiz ajun kaldı mu

Ödlek öçin aldı mu

Emdi yürek yırtılur.

Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı içimi geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.

(Haldun Taner, Onikiye Bir Var)

UYARI : Soru ifadesi taşıyan sıralı ve bağlı cümlelerde soru işareti en sona konur:

Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?

Üsküdar'dan mı, Hisar'dan mı, Kavaklar'dan mı?

(Yahya Kemal Beyatlı)

Ruhunu karartan neydi, yağmur mu yağıyordu; yoksa şimşekler mi çakıyordu?







Ünlem işareti ( ! )

1. Sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma gibi duyguları anlatan cümlelerin sonuna konur:

Ne mutlu Türküm diyene! (Mustafa Kemal Atatürk)

Gurbet o kadar acı

Ki ne varsa içimde

Hepsi bana yabancı

Hepsi başka biçimde!

(Kemalettin Kâmi Kamu)

Hava ne kadar da sıcak!

Aşkolsun!

Ne kadar akıllı adamlar var!

2. Seslenme, hitap ve uyarı sözlerinden sonra konur:

Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!

(Mustafa Kemal Atatürk)

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. (Mustafa Kemal Atatürk)

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle! (Yahya Kemal Beyatlı)

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar,

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

(Faruk Nafiz Çamlıbel)

Dur, yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak bir devrin battığı yerdir.

(Necmettin Halil Onan)

Ünlem işareti, seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabileceği gibi cümlenin sonuna da konabilir:

Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken

Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!

(Faruk Nafiz Çamlıbel)

3. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için ayraç içinde ünlem işareti kullanılır:

İsteseymiş bir günde bitirirmiş (!) ama ne yazık ki vakti yokmuş (!)

Adam, akıllı (!) olduğunu söylüyor.







Kısa çizgi ( - )

1. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna konur:

Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi bilmem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12'yi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mı idi acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı? Yoksa kimseciklerin oturmadığı kanepelerde bu saatte pek başıboşlar mı oturur?

(Sait Faik Abasıyanık, Havuz Başı)

2. Ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için kullanılır: Örnek olsun diye -örnek istemez ya- söylüyorum.

3. Dil bilgisinde kökleri ve ekleri ayırmak için konur: al-ış, dur-ak, Dur-sun, Dur-muş, gör-gü-süz-lük.

4. Dil bilgisinde fiil kök ve gövdelerini göstermek için kullanılır: al-, dur-, gör-, ver-; başar-, kana-, okut-, taşla-, yazdır-.

5. Dil bilgisinde eklerin başına konur: -den, -lık, -ış, -ak.

6. Dil bilgisinde heceleri göstermek için kullanılır: a-raş-tır-ma, bi-le-zik, du-ruş-ma, ku-yum-cu-luk, ya-zar-lık, prog-ram.

7. Eski harfli metinlerin yeni yazıya aktarılmasında Arapça ve Farsça kurallara göre yapılmış tamlamaların, birleşik ve türemiş kelimelerin ögelerini ayırmak için kullanılır: dârü'l-fünûn, resm-i geçit, resm-i kabûl, Cemiyet-i Akvâm, Hâkimiyet-i Milliye, Servet-i Fünûn, hokka-bâz, âteş-perest, menfaat-perest, bî-bedel, nâ-mağlûb, fî-sebîlillâh, min-tarafillâh, bilâ-ücret.

8. Kelimeler arasında “-den...-a, ve, ile, ilâ, arasında” anlamlarını vermek üzere kullanılır: Türkçe-Fransızca Sözlük, Aydın-İzmir yolu, Ankara-İstanbul uçak seferleri, Türk-Alman ilişkileri, Ural-Altay dil grubu, 09.30 - 10.30, Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşması, Manas Destanı'nda soy-dil-din üçgeni, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1995-1996 öğretim yılı.

9. Bazı terim ve kuruluş adlarında kelimeler arasına konur: sıfat-fiil, zarf-fiil; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi.

10. Yabancı özel adlarda ve henüz dilimize mal olmadığı için özgün imlâlarıyla yazılan yabancı kelimelerde kullanılır: Joliot-Curie, Lévy-Bruhl, Saint-Gotthard, Sainte-Beuve, Boulogne-sur-Mer, Bouches-du-Rhône, Salins-les-Bains, by-pass, check-up, Aix-en-Provence.

11. Adres yazarken semt ile şehir arasına konur: Kurtuluş - ANKARA

12. Matematikte çıkarma işareti olarak kullanılır: 50 - 20 = 30







Uzun çizgi (—)

Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna konuşma çizgisi de denir.

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:

“Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?”

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

Dedi:

— Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!

(Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları)

Frankfurt'a gelene herkesin sorduğu şunlardır:

— Eski şehri gezdin mi?

— Rothshild'in evine gittin mi?

— Goethe'nin evini gezdin mi?

(Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi)

— Yoo, güvercinlerime dokunmayınız, dedi.

(Yakup Kadri Karaosmanoğlu)

Oyunlarda uzun çizgi konuşanın adından sonra konabilir:

Sıtkı Bey — Oğlum ben kalenin teslimini düşünmüyorum. Kurtarmağa bir çare arıyorum. Kalenin teslimini düşünen seninle müzakere etmez a!

İslâm Bey — Kurtarmağa çare... Kavga ederiz... Ölürüz... Teslim olmayız...

Sıtkı Bey — Kaleyi kurtarmak için daha güzel bir çare var. Gerçekten ölecek adam ister.

İslâm Bey — Ben daha ölmedim.

(Namık Kemal, Vatan yahut Silistre)

UYARI : Konuşmalar tırnak içinde verildiği zaman uzun çizgi kullanılmaz.








Eğik çizgi ( / )

1. Şiirlerden yapılan alıntılarda, mısraların yan yana yazılması gereken durumlarda mısraları belirlemek için kullanılır: Ne sen, ne ben / Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ / Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ / Olan bu mâî deniz / Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz. (Ahmet Haşim, O Belde)

2. Adres yazarken apartman numarası ile daire numarası arasına konur: Altay Sokağı, Nu.: 21/6

3. Adres yazarken semt ile şehir arasına konur: Altay Sokağı, Nu.: 21/6 Kurtuluş / ANKARA

4. Dil bilgisinde eklerin farklı şekillerini göstermek için kullanılır: -a/-e, -an /-en, -lık /-lik, -madan /-meden.

5. Bölme işareti olarak kullanılır: 70 /2 = 35








Tırnak işareti ( “...” )

1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin ön cephesinde Atatürk'ün “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır. Ulu önderin “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü her Türk'ü duygulandırır.

Bakınız, şair vatanı ne güzel tarif ediyor:

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.

Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

UYARI : Aynen alınmayan söz ve yazılar tırnak içinde gösterilmez.

UYARI : Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.) tırnak içinde kalır: “Akıl yaşta değil baştadır.” atasözü yüzyılların tecrübesinden süzülüp gelen bir gerçeği ifade etmiyor mu?

“İzmir üzerine dünyada bir şehir daha yoktur!” diyorlar.

(Yahya Kemal Beyatlı)

UYARI : Uzun alıntılarda her paragraf ayrı ayrı tırnak içine alınır.

2. Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınır: Yeni bir “barış taarruzu” başladı.

Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınmadan koyu yazılarak veya altı çizilerek de gösterilebilir.

Höyük sözü Anadolu'da tepe olarak geçer.

3. Kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınır:

Yahya Kemal'in bazı şiirleri “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında çıktı.

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

“İmlâ Kuralları” bölümünde bazı uyarılara yer verilmiştir.

Kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınmaksızın koyu yazılarak veya eğik yazıyla (italik) dizilerek de gösterilebilir:

Cahit Sıtkı'nın Şairin Ölümü şiirini Yahya Kemal çok sevmişti.

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Bugünün gençleri Dar Kapı'yı okumalıdırlar. (Ahmet Hamdi Tanpınar)

UYARI : Tırnak içine alınan sözlerden sonra kesme işareti kullanılmaz: Yahya Kemal’in “Kendi Gök Kubbemiz”i okudunuz mu?








Tek tırnak işareti ( ‘...’ )

1. Tırnak içinde verilen ve yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü belirtmek için kullanılır: Edebiyat öğretmeni “Şiirler içinde ‘Han Duvarları’ gibisi var mı?” dedi ve Faruk Nafiz'in bu güzel şiirini okumaya başladı.

“Şinasi'nin ‘safi Türkçe’ ile yazdığını söylediği şiirlerden sonra vardığı bu konuşulan dil fikri şüphesiz ki ondan gelen en büyük kazancımızdır.”

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

2. Dil yazılarında verilen örneğin anlamını göstermek için kullanılır: Göktürk Anıtları'nda geçen fakat günümüze ulaşmayan bazı örnekler: bodun ‘millet, kavim’, sab ‘söz’, eçü apa ‘ecdat, atalar’, tüketi ‘tamamen, bütünüyle’.







Denden işareti (")

Bir yazıdaki maddelerin sıralanmasında veya bir çizelgede alt alta gelen aynı sözlerin veya söz gruplarının tekrar yazılmasını önlemek için kullanılır:

a. Etken fiil
b. Edilgen "
c. Dönüşlü "
ç. İşteş "






Yay Ayraç ( ( ) )

1. Cümlenin yapısıyla doğrudan doğruya ilgili olmayan açıklamalar için kullanılır:

Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek için değil, kendimizi göstermek için geziyoruz.

(Nurullah Ataç, Söyleşiler)

Süleyman Şah'ın cenazesi sudan ihraç olunarak (çıkarılarak) hemen orada defnedilmiştir ki makarrı (durağı) hâlâ “Türk Mezarı” namiyle maruftur (tanınmıştır).

(Refik Halit Karay, Bir İçim Su)

UYARI : Hakkında açıklama yapılan söze ait ek, ayraç kapandıktan sonra yazılır:

Yunus Emre (1240?- 1320)'nin...

UYARI : Yani ile yapılan açıklamalar ayraç içine alınmaz.

2. Tiyatro eserlerinde konuşanın hareketlerini, durumunu açıklamak ve göstermek için kullanılır:

İhtiyar – (Yavaş yavaş Kaymakama yaklaşır.) Ne oluyor beyefendi? Allah rızası için bana da anlatın...

Kaymakam – (hiddetle) Ne olacak baba... Oğlunun katili ecnebi tebaasıymış... Düşman gemileri üstümüze toplarını çevirmişler, Adalı'yı istiyorlar... Sağ salim onu teslim edecekmişiz.

İhtiyar – (Evvelâ vurulmuş gibi sendeler, sonra derin ve saf bir bakışla Kaymakam ve arkadaşlarına) Etmeyin Efendiler... Benim gibi dertli bir ihtiyarla eğlenmek günahtır... Sizin gibi efendilere yakışmaz...

(Reşat Nuri Güntekin, İstiklâl)

3. Alıntıların aktarıldığı eseri veya yazarı göstermek için kullanılır:

Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmağa hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya kimsenin.

(Ahmet Hikmet Müftüoğlu)

Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? (Safahat)

4. Alıntılarda, başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümlerin yerine konulan üç nokta, yay ayraç içine alınabilir (bk. Üç nokta 1).

5. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için kullanılan ünlem işareti yay ayraç içine alınır (bk. Ünlem işareti 3).

6. Bir bilginin şüpheyle karşılandığını veya kesin olmadığını göstermek için kullanılan soru işareti yay ayraç içine alınır (bk. Soru işareti 3).

7. Bir yazının maddelerini gösteren rakam ve harflerden sonra kapama ayracı konur:

I) 1) A) a)

II) 2) B) b)






Köşeli ayraç ( [ ] )

1. Ayraç içinde ayraç kullanılması gereken durumlarda yay ayraçtan önce köşeli ayraç kullanılır:

Mongolın Ertniy Tüü0 (Arheologiyn Nayruulal) [Mogolistan'ın Eski Tarihi (Arkeolojik Araştırmalar)], BNMAU-ın şinjleh U0aanı Akademii Tuu0ıyn)ureelen, Ulaanbaatar 1977.

2. Bibliyografik künyelere ilişkin bazı ayrıntıları göstermek için kullanılır: Reşat Nuri [Güntekin], Çalıkuşu, Dersaadet 1922.

Yekta Bahir [Ömer Seyfettin], Yeni Lisan, Genç Kalemler.

3. Bilimsel çalışmalarda, metinde bulunmayan veya silinmiş olan, fakat araştırıcı tarafından tamamlanan bölümler köşeli ayraç içine alınır:

Babam kağan öldüğünde küçük kardeşim Kül-tegin ye[di yaşında kaldı...].

(Çözülmüş Orhon Yazıtları)








Kesme işareti ( ' )

1. Özel adlara getirilen iyelik ve hâl eklerini ayırmak için konur: Fatih Sultan Mehmet'e, Atatürk'üm, Türkiye'm, İnönü'den, Yurdakul'dan, Kâzım Karabekir'i, Yunus Emre'yi, Ziya Gökalp'tan; Türk'e, Alman'ı; Jüpiter'den, Venüs'ü; Türkiye'de, Van Gölü'ne, Ağrı Dağı'nın; Ziya Gökalp Bulvarı'nda, Çankaya Köşkü'ne, Sait Halimpaşa Yalısı'ndan; Kiralık Konak'ta, Sinekli Bakkal'ı.

Ancak aşağıda belirtilen özel adlardan sonra kesme işareti kullanılmaz:

a. Kurum ve kuruluş adları: Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dekanlığına.

b. Akım, çağ ve dönem adları: Eski Çağın, Yükselme Döneminin, Klâsik Türk Edebiyatına, Millî Edebiyat Akımının, Edebiyat-ı Cedide Topluluğunun.

c. Kişi adlarından sonra kullanılan unvanlar: Mustafa Kemal Paşaya, Nasrettin Hocada, Enver Paşanın, Zeynep Hanıma, Ayhan Beyden, Ahmet Mithat Efendinin, Enver Paşayı.

ç. Ay ve gün adları: 29 Ekime..., 30 Ağustos Çarşambadan sonra

d. Deyimlerde geçen özel adlar: Allahtan hayırlısı, Allaha emanet; Alinin külâhını Veliye, Velinin külâhını Aliye.

UYARI : Ahmet, Halit, Mehmet, Murat, Recep; Gazi Antep, Sinop, Zonguldak gibi örneklerde kesme işareti kullanılır. Ancak kelimeler, Ahmeti, Haliti, Mehmeti, Muratı, Recepi, Gazi Antepi, Sinopu, Zonguldakı şeklinde telâffuz edilmez; Ahmedi, Halidi, Mehmedi, Muradı, Recebi, Gazi Antebi, Sinobu, Zonguldağı şeklinde telâffuz edilir.

UYARI : Özel adlar yerine kullanılan"o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.

2. Yabancı özel adlardan sonra getirilen çokluk ve yapım ekleri kesme işaretiyle ayrılır: Nice'ler, Lille'li, Bordeaux'lu, Honolulu'lu.

UYARI : Yabancı özel adlar dışındaki özel adlara getirilen yapım ekleri ve çokluk eki kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı; Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Ereğliler. Bu eklerden sonra da kesme işareti kullanılmaz: Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hristiyanlıktan, Aydınlıdan.

3. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de, TV'ye.

UYARI : Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu; büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın son harfinin okunuşu esas alınır: kg'dan, cm'yi, mm'den; BDT'ye, THY'de, TRT'den. Ancak kısaltması büyük harflerle yapıldığı hâlde bir kelime gibi okunan kısaltmalara getirilen eklerde bu okunuş esas alınır: ASELSAN'da, BOTAŞ'ın, NATO'dan, UNESCO'ya.

UYARI : Sonunda nokta bulunan kısaltmalarla üs işaretli kısaltmalar kesmeyle ayrılmaz. Bu tür kısaltmalarda ek noktadan ve üs işaretinden sonra, kelimenin ve üs işaretinin okunuşuna uygun olarak yazılır: vb.leri, mad.si, Alm.dan, İng.yi, Nu.dan; cm³e (santimetre küpe), m²ye (metre kareye), 64ten (altı üssü dörtten)

4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: “1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.” 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik, 9,65’lik.

UYARI : Sıra sayıları ekle gösterildiği zaman rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci.

UYARI : Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla gösterilir: 6'şar değil altışar, 10'ar değil onar.

5. Dilimizde kolmak, netmek, neylemek, napmak gibi fiiller yoktur. Ancak konuşmada ve vezin dolayısıyla şiirde bu tür kullanılışlar ortaya çıkabilmektedir. Seslerin vezin dolayısıyla şiirde veya konuşma sırasında düştüğünü göstermek için kesme kullanılır: K'oldu, N'oldu? N'etsin? N'eylesin? N'apalım?

Bir ok attım karlı dağın ardına

Düştü m'ola sevdiğimin yurduna

İl yanmazken ben yanarım derdine

Engel aramızı açtı n'eyleyim

(Karacaoğlan)

6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur: A'dan Z'ye kadar, b'nin m'ye dönüşmesi, Türkçede -daş'la yapılmış birçok söz vardır.

7. Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığı takdirde kesme işareti yay ayraçtan sonra konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.

Ancak, cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme işaretine gerek yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.





Düzeltme İşareti (^)

Türkçe kelimelerde inceltme işareti bulunmaz.

1. Yabancı kökenli bazı sözcüklerde uzunluk, incelik ya da ikisini birden belirtmek için k, g, l harflerinden sonra gelen a ve u harf leri üzerine konur.
rüzgâr, dükkân, sükûnet, âlâ, yekûn...

2. Yazım olarak aynı, okunuş ve anlam olarak farklı olan sözcük lerin karışmasını önlemek için kullanılır.
adet-âdet, kar-kâr, hala-hâlâ...

3. Bazı kişi ve yer adları alışılagelmiş biçimiyle inceltme işaretiyle kullanılır.
Kâmuran, Kâmil, Nâzım, Lâpseki...






Kaynak: www.dilimiz.com, www.imla.tr.cx

Yakamoz

Mehmet Yalçın

Ön açıklama

Bu yazı, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa - i Hukuk dergisinin Şubat 2008 sayısı için yazılmıştı. Aynı yazıyı Türk Dili Dergisi’nde de yayımlamak istedim; ama bu derginin içerik ve amacına uygun düşecek kimi değişiklik ve eklemeler de yaptım.

Burada bir şeyi daha belirtmek istiyorum: Yazının amacı, yalnızca bir gazeteciyi eleştirmekle sınırlı değildir. Genelde bir köşe yazısı bir günlüğüne okunur, birkaç gün sonra unutulur gider, oysa burada konu ettiğim yazı Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliğini değiştirmeye yönelik bütün bir "mütegalibe"[i] kesiminin etkin görüşünü yansıtıyor. Devletin en temel kurumları bile bu kesime güç veriyor. Örneğin, geçtiğimiz yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na yüz binlerce yurttaşımızın imzasını taşıyan bir başvuru yapılmış ve Türkçenin kirlenmesine karşı önlem alınması istenmişti. İlgili "meclis komisyonu", dilimize yabancı sözcüklerin girmesini "çok önemli bir kazanım" sayarak başvuruyu işleme koymamıştı.

Bu yaklaşımı, dilin temel ilkeleri açısından irdelemek istedim.

*

Türkçeyi küçümsemek

Kendimi bildim bileli aralıksız okuduğum tek gazete Cumhuriyet'i övmekten de eleştirmekten de bıkmıştım. Ama Nilgün Cerrahoğlu'nun 5 Ocak 2008 günlü sayısında çıkan "Rafinman Ne Demek" başlıklı yazısı beni bir kez daha yeminimi bozmaya kışkırttı. Kendisini, bilgi kaynaklarına güvenerek, Batı dünyasını ve Türkiye'nin Batı'yla ilişkilerini iyi değerlendiren çözümleyici bir gazeteci olarak algıladığımdan, yazılarını ilgiyle okuyordum; kısacası en beğendiğim yanı, dilinden çok düşünce yordamıydı. O nedenle, Türkçede yaptığı ilginç sapmacaları[ii]2, örneğin kimi bağlaçları olağan yerlerinin dışında kullanmasını, kişisel biçemine ya da (duyumsattığı kadarıyla) fazla yabancı dil bilmesinin etkisine bağlıyor, "Nasıl olsa ne demek istediğini anlıyorum" diye hiç de eleştirmiyordum. Batı dillerinden bir parça anladığım için, sık sık yabancı sözcük kullanmasını da görmezden geliyordum. Burada andığım yazısında da olduğu gibi, bir tümcede "örneğin", bir sonrasında "misal" demesine de takılmadan geçerdim: "Çok etkileyici' demiş örneğin biri. / Pakistan'da yaşamış bir okur da misal şunu yazmış... " diyor (Vurgulama benim). Akrabalık belirten sözcükler olarak "teyze - hâlâ" yazarken hâlâ'da kullandığı inceltme iminin yersizliğine de aldırmam: Artık ilköğretim öğrencileri de biliyor ki, "babanın kız kardeşi" anlamına gelen sözcük hala', "gene de, şimdi bile" anlamına gelen sözcük hâlâ biçiminde yazılır... Kendine özgü "kozmopolit" dil öğeleri, bir yabancının Türkçe konuşmasında yaptığı sevimli pürüzler gibi, eğlendirir beni. Bütün bunları gerçekten önemsemem ve yazısının içeriğine veririm kendimi.

Ne var ki Cerrahoğlu, Türkçeyi küçümseyen bu yazısında, çözümleyici gazeteci niteliğinin yanında, dil konusunda da savdolu (iddialı) birisi olduğunu duyumsatmaya çalışmış gibi geldi bana. Söz konusu yazısında biri onu öven, öteki eleştiren iki okurundan alıntılar yaparken, ikincisine yönelik oldukça ağır bir karşı -eleştiride bulunuyor; daha da önemlisi, onda bulduğu kusurları ülkemiz için bir özgürlük sorunu olarak değerlendiriyor; Türkçeyi özleştirme çabalarını "içe kapalı milliyetçilik" anlamında suçluyor. Şöyle diyor bayan Cerrahoğlu: "Benim için büyük değer taşıyan beğenilerini teşvik edici mektuplarla dile getiren okurlar karşısında; son yazıma alerji (!) duyan okur da var.[iii] Sebep içinde geçen "yabancı sözcükler'..."

Okur kendisini şöyle eleştirmiş: "Yazınızın başında 'charm' sözcüğünü Türkçeye çevirmenin zorluğundan söz ettikten birkaç paragraf sonra, bir de 'rafinmanın böylesi!' demeniz tuz biber ekti. Allahaşkına, ne demek 'rafinman'? Türkçede var mı böyle bir sözcük? Sizin okuyucularınız kimler? Kime neyi anlatmak istiyorsunuz? Cumhuriyet okuyucuları arasında kaç kişi bilir bu sözcüğün anlamını? Türkçeyi sevin ki, kendinizi beğendiğiniz anlaşılsın! Türkçeye saygılı olun ki, kendinize saygınızın olduğu anlaşılsın!..' "

Alıntıya şunu ekliyor Cerrahoğlu: "Ülkün Tansel isimli okurum, 'yabancı sözcüklere' öyle takmış ki, 'içerikle' hiç ilgilenmemiş..."



Dil dersi

Bu konuda kendisine, dolayısıyla da tüm Cumhuriyet okurlarına bir güzel dil dersi veriyor: Ona göre "Türkçemiz, bazı alanlarda çok güçlü bir dil. / Akrabalık ilişkilerini tanımlamakta örneğin, 'rakipsiz'! Amca-dayı, teyze-hâlâ, enişte-bacanak... (...) 'Doğayı' anlatmakta da Türkçe gene sayısız olanaklara sahip. Bunun en güzel örneğine daha yeni tanık olduk. 'Kulturaustrausch' (Kültürel Değiş Tokuş) isimli bir Alman dergisi 'yakamoz'u, 'dünyanın en güzel sözcüğü' seçti. 'Yakamoz' dünya basınına, internet bloglarına girdi. (...) Ve sonunda bu söz, Türkçeyle ilgisi olmayan başka dillerin dağarcığına katıldı. Neden? Çünkü yakamoz, başka hiçbir dilde olmayan bir 'kavramı' anlatıyor. (...) / Aynı gücün karşılığını ne yazık ki, 'soyut kavramlar' ve 'düşünce dilinde' bulamıyoruz Türkçede. Bu da yapısal bir yetersizlikten değil, 'düşünce' önündeki ezeli ve ebedi engellerden kaynaklanıyor".

Onun gözünde, dünyada "en yakamozlu dil Türkçe", "en zengin kelime hazinesine sahip" dil de İngilizcedir. "Çünkü bir 'imparatorluk dili' olma özelliğini hiç yitirmemiş. Türkçe dahil; tüm dillerden dizi dizi 'yabancı kavram' almış ve de bunları 'kimlik' sorunu etmeksizin, 'İngilizceleştirmiş'..." Bu dili Türkçeyle karşılaştırırken de şöyle diyor: '"to think', 'to meditate', 'to ponder', 'to reflect'.. gibi düşüncenin farklı dozları ve boyutlarını dile getiren - düşünmekten başka -kavramların Türkçede karşılığı var mı? 'Tefekkür' derseniz... Bunu kim hatırlıyor?"

Buradan giderek, Türk dili ve Türk toplumu üstüne tanısını koyuyor: "Sorgulamasız 'içe kapanış', dile hizmet edemez. Türkçeye sevgi ve bağlılık, 'olmayan kavramlar' üzerinde de düşünmekten geçer./ Dilimizi, belli sözcükler etrafında dönerek zenginleştiremeyiz. Türkçenin asıl düşmanı; 'düşünmek için' ortaya atılan birkaç yabancı sözcük değil, kalıplaşmış ifadeleri kullanmaktır".

"'Olmayan kavramlar' üstünde düşünmek" önemli bir ruhsal - dilbilimsel tartışma konusudur: Dil bir göstergeler dizgesidir; kavram olmadan, onu anlatacak herhangi bir dil öğesi öngörülemez. Çağdaş dilbilimin kurucusu Ferdinand de Saussure'ün belirttiği gibi "Sözcüksel anlatımından soyutlanarak ele alındığında, düşüncemizin, ruhbilimsel açıdan, biçimlenmemiş, ayrımsız bir yığın olduğu görülür. Filozoflar da, dilbilimciler de göstergelerin yardımı olmadan iki kavramı açık seçik ve sürekli biçimde birbirinden ayırmamıza olanak bulunmadığı görüşünde her zaman birleşmişlerdir."[iv]

İlerde de değineceğim gibi, belirli bir göstergeleşme süreci geçirmemiş, ister yabancı, ister (yeni üretilmiş) öz Türkçe olsun, hiçbir sözcük bir dil öğesi olarak işlemez; ancak Türkçe biçimbilgisi ilkelerine göre kurulmuşsa, tasarlanan içeriğini belirli ölçüde ele verebilir. Ama onu işlevsel bir öğe olarak dile kazandıracak olan etken, toplumsal süreçtir.

Cerrahoğlu'nun dilbilimsel esin kaynağı Şükrü Haluk Akalın: "TDK Başkanı" diye andığı bay Akalın "Türk medyasının 'bin sözcük' kullandığını söylüyor [muş]. Bu bin sözcüğün yüzde 49'unu da 'yüz sözcük' oluşturuyormuş!"[v] (...) "Yeni kavramlarla aramıza duvar örmek yerine asıl buna tepki göstermeliyiz" diyor. Fırsat bu fırsattır diyerek, şimdiki (sözde) "Türk Dil Kurumu"nun[vi] bu sorunlarla ilgili bir yayınını da tanıtıyor: "Yeri gelmişken... TDK'nin bir 'Batı kökenli Kelimeler Sözlüğü'" bulunduğunu yazısına ekliyor.[vii]

Dillerin ayrılığı

Diller birbirlerine üç açıdan "yabancı"dır: Anlatım düzlemi’nde, içerik düzlemi’nde ve yazılı anlatım biçiminde. Çağdaş dil kuramı öncülerinden Louis Hjelmslev'in örnekleriyle bunu açıklamaya çalışalım. "Bilmiyorum" anlamında bir içeriği aktarmak için Dancada (Danimarka dilinde) jeg ved ikke, İngilizcede / do not know, Fransızcada je ne sais pas, Fincede en tiedâ, Eskimocada naluvara deniliyor[muş]. Dışardan bakışta bir dilden ötekine değişen şey, anlatımın biçimi düzleminde, çünkü her bir dilin anlatım düzlemi, biçim olarak da nicelik (sözcük ve anlambirim sayısı) olarak da değişiktir.

Bu açıdan ilk örnekle dördüncüyü karşılaştıralım: Dancada 'ben' anlamında jeg, 'biliyor' anlamında ved, sonra (o, onu, bu, bunu, vb.) anlamında det (nesne adılı), en sonunda da olumsuzluk öğesi ikke sözcükleri kullanılıyor. Fincede ise önce olumsuz (yok - ben[viii]) anlamında bir eylem, sonra da "bilmek" karşılığında bir kavram yer alıyor.

Öte yandan, dilden dile birbirinin karşılığı sanılan sözcüklerin kavram alanları da denkleşik değildir. Örneğin Galce gwyrdd sözcüğü Fransızca vert (yeşil) kavramının belirli bir kesimini karşılarken glas sözcüğü Fransızca bleu (mavi) kavramının tümünü, vert (yeşil) ile gris (gri) renklerinin belirli bölümlerini kapsar. Yani Galcede bir yerde yeşile, bir yerde griye çalan ve bir yerde mavileşen renk açılımını belirtmek için glas sözcüğünü kullandıklarında, o dili bilenlerin kafasından geçen renk, bizim düşündüğümüz mavi değildir yalnızca. Yine Galcede llwyd sözcüğü de bizim bildiğimiz gri'nin koyusundan koyu kahve ve karaya yönelen bir rengin karşılığıdır. Hjelmslev, bu iki dildeki renk açılımının kavramlaşma denkliğini şöyle özetliyor:[ix]






Dillerin yazılı anlatım biçimleri de birbiriyle uyumsuzdur. Yani aynı ses zincirini aktaran yazı uygulaması birbirine benzemez. Örneğin İtalyanların baracca sözcüğünü almışız ama, onu baraka biçiminde yazıyoruz; Fransızların chemin de fer'ni şimendifer, İngilizlerin mine'ını mayın olarak yazıyoruz, vb. Ayrıca bir dilde olan ses başka bir dilde olmayabilir: Örneğin Türk abecesindeki /ğ/ ve \ı\ harfleri gibi, gösterdikleri sesler de bildiğimiz başka dillerde yer almıyor.

Kaldı ki bir yabancı sözcüğü Türkçenin yazımına uydurmak onu Türkçeye kazandırmak anlamını taşımaz: Örneğin Fransızca raffinerie sözcüğünü rafineri biçiminde yazarak Türkçeye kazandırmışsak, aynı şeyi yine aynı dilin raffinement sözcüğü için yapamayız. Yani Türkçeleştirmek için onu rafinman biçiminde yazmak yetmez; çünkü birinci sözcüğün Türkçeleşmesi tarihsel - toplumsal bir sürecin ürünüdür ve dilimizde saymaca (konvansiyonel) bir değer kazanmıştır. Cerrahoğlu'nun okurunun tepkisi bu olaya karşıdır.

Aynı uyumsuzluk soyut kavramlar için de geçerli. Örneğin düşünce kavramı çok değişik sözcüklerle anlatılabilir. Bu temel kavrama yakın anlamda değişik sözcük dizileri üretmişiz: Düşünce - görüş - inanç - inanış - sanı -fikir, vb. gibi bir kavram ekseni yanında, bir de düşünce - tasa - kaygı - saplantı, vb. gibi bir başka eksen üretmişiz. Böyle bir kavramlar dizgesinin tıpatıp karşılığını başka dillerde bulamazsınız

"Yakamoz" ve maganda dili

Türkçe sözlükler yakamoz'u Yunanca ya da Rumca bir sözcük olarak belirtiyor, ancak ulaşabildiğim Yunanca sözlüklerde ve Yunanca bilenlerin belleğinde böyle bir sözcük yer almıyor.[x] Türkçe - Yunanca bir sözlük onu, "parıltı", "parlaklık" anlamına gelen OtocHpopıojıöç (fosforismos) sözcüğüyle tanımlamış. Ama ses biçimine bakılırsa yakamoz “Ben Türkçe değil, Yunancayım!" diye bağırıyor nerdeyse. Bu durumda en mantıklı varsayım, bu sözcüğün, "kayık sefası"na düşkün Osmanlı dönemi İstanbul Rumlarınca üretilmiş olmasıdır.

Burada yakamoz’un Türkçede kullanılmasına ya da Türkçe olmasına duygusal ya da ırkçı bir yaklaşımla karşı çıkmam kesinlikle söz konusu değil. Tam tersine, onu ben de çok seviyorum. Ama "yabancı sözcük - Türkçe sözcük" tartışması bağlamında, sanki öz Türkçeymiş gibi sunulması yanlış. Dilimizde kullanılan binlerce yabancı sözcükten biri de o olabilir. Yani "Türkçeye mal olmuş bir sözcük" demek başka şey, "Türkçe sözcük" demek başka şey. Nitekim "Türk Dil Kurumu Başkanı" olarak anılan Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın da yakamoz’un kökeninin Rumca olduğunu kabul ederek şunları söylüyor. "Biz bu kelimeyi Rumca'dan aldık. Türkçenin söz varlığına katılmış ve yeni anlamlar katılarak kullanılıyor. Rumca'da şu an kullanılıyor mu bilmiyorum. Biz bu kelimeyi Anadolu Rumlarından almışız. Türkçeleşmiş kelimedir. Her dilde başka dillerden katılmış kelimeler vardır. Başka anlamlarla dile yerleşebilir. Biz bunu daha işlek bir hale getirmişiz. Türkçenin malı olmuştur ve bizim için sevindiricidir."[xi] Böyle bir anlayışa sınırlı bir saygı duyulabilir. Gelişmiş Batı dillerinin sözlüklerinde de sözcüklerin kökeni açıkça belirtilir.

Ama dile yabancı sözcükler katmanın bütünüyle doğal ve olumlu bir kazanım gibi gösterilmesi doğru değil. Örneğin dilimizde birbirine yakın anlamda kullanılan eylem - aksiyon, etkinlik - aktivite gibi sözcüklerin birincileri Türkçe, ikincileri Fransızcadır. Sözcükler, çakıl taşları gibi tektürden ya da terkparça (monolitik) birer bütün değil, özgülendikleri dilin gerektirdiği yapısal niteliklerle uyumlu olarak biçimlenirler: Çünkü dil, hazır kavramlar kullanan bir araç değil, kendi kavramlarını kendisi üreten, yani kendine özgü kavramlama süreciyle işleyen etkin bir düzenektir. O nedenle bir dilde kullanılan en işlevsel öğeler o dilin kendi ilkelerine göre üretilmiş öğelerdir.

Bir de yabancı sözcükleri Türkçeleştirme ile yabancı sözcükleri daha da yabancılaştırma arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. Örneğin, "dışa açılma" adına eylem yerine aksiyon kullanmayı seçen dil magandaları, hem aksiyon yerine action yazıyor, hem de onu ekşin diye söylüyor. Oysa İngilizcede kullanılan action, Türkçeye olduğu gibi o dile de Fransızcadan geçmiştir. Onlar Fransızca kökenli sözcüğe kendi söyleyiş biçimini uygulamışlar, biz Fransızlar gibi söylemişiz.[xii]

Osmanlıca saplantısı

Kendi yurdumuzda Türkçeyi bastırmaya ve yok saymaya yönelik bir yabancılaştırma çağı yaşıyoruz. Nilgün Cerrahoğlu da - umarım bilmeyerek - bunu yapanlara katılıyor ve bol bol yabancı sözcük alarak Türkçenin varsıllaşacağını savunuyor. Anlayışı şu: İngilizler, bir İmparatorluk dili olan İngilizcenin kavram zenginliğini korudular; oysa biz, bunu yapmak yerine, "Sorgulamasız bir içe kapanış'" anlamına gelen Türkçeyi özleştirme tutkusuna kaptırmışız kendimizi. Açıkça, "Biz de bir imparatorluk kurmuş ve Osmanlıca diye yabancı dil öğeleriyle varsıllaştırılmış bir dil geliştirmiştik[xiii]; onu korumalıydık" demekliğine getiriyor; oysa işin gerçeğinde, Türkçeyi koruyamadık.

Osmanlı döneminde, her alanda olduğu gibi dil yoluyla da yaratılmış, hiç değilse belli çevreleri büyülemiş güzelliklere karşı çıkılmayabilir. O nedenle kişisel olarak ben, kimi Osmanlı değerlerini özleyen duygulu ve duyarlı insanları hiç yadırgamam. Ama bir iki örnekten yola çıkılarak, Türkçenin yabancı sözcüklerle varsıllaşacağını öne sürmek, eğer Cumhuriyet devrimlerine bir karşıtlık söz konusu değilse, Cumhuriyet'le oluşan çağdaş kültürümüz, çağdaş yapıtlar veren dilimiz, varsıllaşan kavram ve imge dünyamız, vb. karşısındaki bu tutum duyarsızlık, ilgisizlik ya da bilgisizlikten başka bir anlam taşımaz. Türkiye'de bilimin ve sanatın ancak Cumhuriyet devrimleriyle birlikte dünyaya açıldığını ve ileri kültür toplumlarıyla yarışır duruma geldiğini görememenin başka hiçbir açıklaması olamaz. Aynı gelişme içinde, öz Türkçeyle şaşırtıcı yoğunlukta imgeler ve kavramlar yaratıp sergileyen bir Melih Cevdet Anday mı "içe kapalı" bir Türkçeyle oyalanıp durmuştur? Ben onun "Orta Yaşlı Kadın" başlıklı ve topu topu 8 dizelik küçük bir şiiri üstüne 30 sayfalık bir çözümleme yaptım; şiirin, yalnızca /düşünmek/ kavramını betimleyen imgelerle kurulmuş olduğunu gördüm, şaşırdım. Bir başka çalışmamda Nazım Hikmet'm "Onlar" başlıklı şiirinde gizliden gizliye yarattığı kavramları kullanarak yaptığı imgesel çizimlere büyülendim. Oysa birçokları o büyük ozanın ne ölçüde hain ya da ne ölçüde toplumcu olup olmadığını tartışıyordu. Yaşar Kemal, dünyada anlatım gücü en yüksek üç dilden biri olan Türkçede yapıtlar vermekle övündüğünü açıklamıştır birçok kez. Cumhuriyet gazetesini uzun yıllar yöneten ve ayakta tutan Nadir Nadi, en yüksek oranda öz Türkçeyle yazan ve bütün yapıtları ilgiyle ve sevilerek okunan bir aydınımız. Örnekler çoğaltılabilir. Devrim ilkelerine yeniden dönülür gibi olduğu 1960'lı ve 70'li yıllarda, dilimizin büyük oranda özleşmesiyle birlikte, Türkiye bilimde, yazında ve öteki sanat alanlarında çok büyük bir açılım göstermiştir.

Türk dil devrimi, Türkçenin, ulusal bağımsızlık temelinde ve böyle bir verimlilik içinde gelişmesi ve güçlenmesi için yapılmıştır. Batılıların kendileri açısından bu gerçeği yüzyıllar öncesinden görerek gerekeni yaptıklarını, diller tarihiyle az çok ilgilenmiş herkes bilir.

Ece Yakamoz

Gelelim "yakamoz" olayına: Eldeki bilgilere bakılırsa, bu sözcük, "haymatlos" benzeri bir şey, yani uyruğu yok. Yunanca kılığına girmiş, hangi dilden olduğu belli değil; soyu sopu bilinmiyor; anlatım biçimi gibi, içerik biçimi (tam olarak ne anlama geldiği) de açık değil: Kimileri dalgalanan suyun uyandırdığı ışık izlenimi olarak tanımlıyor onu; kimilerine göre bunu yapan bir deniz yaratığı. İnsanlar onu seviyor. Ama sıradan bir dil öğesi olarak değil, anlatımı ve içeriği devingen bir şiir olarak... Berlin'de onu dünyanın en güzel sözcüğü seçenlerin daha dilsel bir ölçüte dayandığını sanmam. Bir dünya ecesi olarak seçilmiş sanki. Ya da arkasından gidilen, ama bir türlü ulaşılamayan çok güzel bir hayat kadını gibi de düşünebilirsiniz Yakamoz’u. Bu sözcüğü, İstanbul Rumlarının ince duyarlılığına daha çok yakıştırdım, Yunan abecesine uydurarak rıotKajıoç'a dönüştürdüm ve bu yazıya başlık yaptım: Söylenişi gibi yazılışı da çarpıcı olmuyor mu böyle?

Nilgün Cerrahoğlu bence konuyu biraz çarpıtmış; "yakamoz" üstüne daha coşumlu bir yazı yazacağına, işi dil kuramına dökmüş ve devrim karşıtı ruhsal yapısını açığa vurmuş.

Bu bende gerçek bir düş kırıklığı yarattı.



[i] Arapça galebemden türemiş olan mütegalibe sözcüğü, yakın geçmişteki sol devrimcilerin dilinde büyük çoğunluğa zorla egemen olan ve yönlendiren sömürücü kesimi belirtmek için kullanılıyordu. Önceki yüzyıllarda geçerli olan doğrudan zorbalığın yerini günümüzde, kandırmaya ve yanıltmaya dayanan yaymaca (propaganda) takımı almıştır.

[ii] Onun anlayacağı bir sözcük kullanmak gerekirse, galiba burada sapmaca yerine ekar demem gerekecek; daha da rahat anlaması için Fransızca yazılışıyla, écart demeliyim belki de. Örneğin, "Şemsiyemi almalıyım, yağmur çünkü yağıyor" gibi bir tümcede, çünkü'nün olağan yeri dışında kullanılması bir écart'dır: ama bir dil yanlışı değil.

[iii] Burada olduğu gibi, anlaşılmaz öğelerle uzatılmış, insana içi boş gibi gelen dolambaçlı tümcelerine kafamı takmadan okumayı sürdürürüm.

[iv] Bkz. Genel Dilbilim Dersleri, 1, çeviren B. Vardar, TDK Yayınları, Ankara, 1976, s. 104.

[v] 1000 sözcüğün % 49'unun 100 sözcük ettiğini ben aritmetiksel olarak kavrayamadım. Bu da "kalıplaşmış" Türkçemizin yetersizliğinden kaynaklanıyor olmalı (!). Belki de kullanım sıklığı açısından bir oran söz konusu. Örneğin "1000 sözcük 100 dakikada kullanılıyorsa, bunların içinde en sık kullanılan 100 sözcük 49 dakika alıyor" denilmek istenmiştir.

[vi] Türk Dili Dergisi" nin ön kapağının iç yüzünde (altta) her sayıda anımsatıldığı gibi "Türk Dil Kurumu 12 Temmuz 1932'de kuruldu. Türk Dil Kurumu'nu 19 Ekim 1983'te kapattılar".

[vii] Kapatılan Türk Dil Kurumu’nun sayısız terim çalışmaları ve sözlükleri yanında, yabancı sözcüklere Türkçe karşılık arama çalışmaları boşunaymış demek! Ali Püsküllüoğlu’nun bu alanda yayımladığı ciltlerce yapıtlar da bir Cumhuriyet yazarının ilgisini çekememiş!

[viii] Şurası ilginç. Fincede olumsuzluk belirten dil öğesi, aynı zamanda bir eylem değeri taşıyor ki bilebildiğim hiçbir dilde böyle bir kavram bileşiği yok (M. Y.).

[ix] L. H., Prolégoménes a une théorie du langage (Dil bir kuramına giriş ilkeleri), Fransızca çeviri, Les Editions de Minuit, 1968-1971, Paris, ss. 69-71).

[x] Bu konuda beni aydınlatan klasik diller uzmanı değerli bilim insanı Doç. Dr. Recai Tekoğlu'ya teşekkür ediyorum.

[xi] Kaynak: http://blog.dergibi.com/2007/11/02/yakamoz-turkce-degiI-rumcaymis/ (10. 01. 2008).

[xii] Dilimize Fransızcadan geçmiş hemen bütün sözcükler Fransızların söyleyiş biçimiyle kullanılıyor. Bunun ayırdına varıldıkça, bu sözcükleri de İngilizceleştirme süreci yaşıyoruz bugün. Kimileyin de bilinçsiz bir ibretleştirmeyle (soysuzlaştırmayla) yapıyorlar bunu.

[xiii] Oysa İngilizler, kökenlerinden günümüze değin, tarihlerinin hiçbir döneminde, İngilizcenin özgün yapısı ve öğeleriyle gelişmesini bastıracak bir yabancılaşmaya izin vermemişlerdir. Belirli oranda yabancı öğeler bütün dillere girebilmiştir.



Kaynak: Türk Dili Dergisi

Eleştirinin Sınırları

Mehmet Yalçın



Eleştiri kavramı:

Genel anlamında eleştiri somut ya da soyut her türlü nesnenin iyiliğini ya da kötülüğünü, doğruluğunu ya da yanlışlığını, vb. belirtmeye yönelik bir değerlendirme yöntemidir. Onu bütünüyle olumsuz anlama çekenler de oluyor. Kısacası beğenme konusu olabilecek her şey, bir eleştiri konusu da olabilir: İnsan, kadın, erkek, davranış, söz, sanat yapıtı, çiçek, bitki, yemek, dağ, kent, vb. Dil Derneği'nin son yayımladığı (2005) Türkçe Sözlük, birisi buna yakın anlamda genel, ikisi dar anlamda özel üç değişik eleştiri tanımı yapıyor: "1. Bir insanı, bir yapıtı, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereğiyle inceleme işi (...). 2. yaz. Bir yazın ya da sanat yapıtını her yönüyle inceleyip açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazı türü (...). 3. fel. Özellikle bilginin temellerini ve doğruluk durumunu inceleme, sınama, yargılama.[i]"

Belirli bir alanda anlaksal bir ürün olarak eleştiri, özünde kişisel yargı temeline dayanır. Yeterli bilgi birikimine ve değer yargısına güvenilen ya da bu açıdan kendisine güvenen birisinin bir sanat yapıtını ya da bir düşünce ürününü olumlu ve / ya da olumsuz yanlarıyla ölçmesi biçiminde gerçekleşir. Bu anlamda eleştiri ister istemez öznel bir nitelik taşır; ayrıca ölçütseldir, çünkü orada iyi ya da kötü niteliklerin neye dayandırıldığı belli belirsiz duyumsatılır ya da açıkça belirtilir. Bu anlamda en öznel eleştiri, eleştirmenin "yetkinliği"ni sorgulamasız ölçüt olarak içeren bir inceleme türüdür; buna karşılık, eleştirmenin kişisel yargısı dışında toplumca benimsenmiş ölçütlere dayanan eleştiriler, nesnelliğe yöneliktir. Nitekim Batı'da eleştiriyi çağdaş dil kuramları çerçevesinde nesnel bir inceleme yöntemi olarak geliştirmek isteyenler çıkmıştır. Ama daha da ileri giden ve her türlü nesnel inceleme yöntemine "eleştiri" diyenlerin tutumu söz götürür. Bu açıdan, nesnel çözümleme yöntemlerine dayandırılan incelemelerde "eleştiri" teriminin giderek daha az kullanıldığını da vurgulamalıyım.[ii]

Son çözümde eleştirinin en değişmez özelliği, iyi olanı kötü olandan ayırma ilkesine dayanmasıdır: Sözcük belki de ele[mek] kökünden türetilmiştir.[iii] Eski Yunancada krinein eylemi, "kesin olduğu varsayılan yargıda bulunmak" anlamında kullanılıyormuş, bundan türeyen kritikos (Lat. critikus) ve krisis (Lat. crisis) sözcükleri kimi çağdaş Batı dillerinde, örneğin Fransızcada, bizdeki sesleme biçimiyle kritik ve kriz biçimlerini almıştır.

Bu sözcüklerin kavramsal temelini oluşturan imgeler, eleştiri olgusunu açıklamayı kolaylaştıracaktır sanıyorum. Fr. critique, önce sıfat olarak, 'kriz içinde olan, kriz içeren anlamında' kullanılıyor; ad türündeki crise ise, temel anlamında 'iyi ile kötü'yü ayıran en son çizgi' biçiminde anlaşılabilir. Bu kavramlara dayanan söz konusu iki sözcük bedensel ya da ruhsal rahatsızlığın, siyasal ya da ekonomik durumun "felaket" sınırına geldiği son çizgiyi, yani "bıçak sırtı"nda bir durumu anlamlar. Burada bir kesinlik, bir son sınır kavramı söz konusu.

Ad olarak kullanıldığında Fr. critique sözcüğü de yine 'iyi ile kötü'yü ayıran en son çizgi' kavramına dayanır ve sanatsal, güzelduyusal ya da düşünsel olgulara uygulanır. Bizdeki eleştiri sözcüğünün karşılığı budur. Eleştirmen, iyi ile kötü, güzel ile çirkin ya da doğru ile yanlış arasındaki o en duyarlı çizgiyi saptayan ve ona göre "kesin" bir yargıda bulunan yetkin bir kişidir. Kimi eleştirmenler böyle bir kesinlemeden kaçınıyor görünseler de, tanımında böyle bir varsayım yatar. İşlemsel bir yönteme dayanmamasına karşın, onun yargılarına inanılıyor olması, böyle bir yetkinlik önyargısına dayanır…

Bence eleştiri ile çağdaş dil kuramlarının çözümleme yöntemlerini ayıran duyarlı çizgiyi burada aramak gerekiyor: Bir bilgiyi araştırma yönteminin temelinde sıkı ve çelişkisiz bağıntılar dizgesi içeren bir çözümlemeye ya da uslamlamaya başvuruluyorsa, uygulanan yöntem bir eleştiri değildir. Olumlu bir sonuca varması ya da varamaması bilimsel yaklaşımın bu niteliğini değiştirmez. Çünkü orada sonuçtan çok, tutulan yolun sağlıklı olması önemlidir. Kaldı ki çözümleyici bir yaklaşımın ereği, inceleme nesnesi üstüne bir değer yargısında bulunmak değil, o nesneyi yansız biçimde betimlemektir.

Eleştirinin işlevi:

Bilim-öncesi bir gelişim sürecinin ürünü olarak eleştiri, betimleyici çözümleme yöntemleri karşısında bir seçenek konusu yapılmamalı; bilimsel yöntemlerle yarışması da anlamsızdır. Burada eleştiriyi küçümsediğim sanılabilir. Hayır. Tam tersine eleştiri, insandaki ya da toplumdaki bir gereksinmeye yanıt veren etkinlik olarak işlevini sürdürecektir. O nedenle okur kitlesi çok daha geniştir ve bunun böyle olması doğaldır.

Eleştiri yoluyla ortaya konulan yargıların öznelliği ya da nesnelliği bir yana, güzelduyu ya da beğeni duyarlılığı üstüne yapılan her türlü eleştirel tartışma toplumsal bir aydınlanma etkinliğidir. Kaldı ki eleştiri ile bilimsel çözümleme yöntemlerinin birbiriyle türdeş olmaması; yeri geldikçe birbirine gönderme yapmalarını, birbirinden esinlenmelerini ve yararlanmalarını önlemez; çünkü burada, iki değişik deneyim biçiminin birbirini aydınlatması söz konusudur.

Dayanışma yerine, zaman zaman çatışmanın yaşanması, aslında yöntemler arasında değil, uğraş alanları ve konumları değişik kişiler arasında olmaktadır; kimileyin aynı konumdakiler de çatışmıyor değil. Kişilerin öne çıkarıldığı yerde de, ister istemez nesnellikten çok, öznellik baskın geliyor.

Sonuç : Sanatçıya özgürlük !

Burada söylenenlerden değişik sonuçlar çıkarılabilir. Ancak ben bir konuya değinerek bitireceğim yazıyı: Eleştiride değil mi ki bir nesne üstüne bit kişinin görüşü söz konusu, ister istemez konuya bakış açısı da raslantısaldır, değişebilir. Benim görebildiğim kadarıyla ülkemizde (belki de bütün toplumlarda) üreten ile eleştiren arasındaki etkileşim çoğu kez ya gereğinden çok olumlu ya da gereğinden çok olumsuz sonuç doğurabiliyor. Sanırım bundan en çok etkilenen de gençler oluyor. Birçokları, kendisine yönelik bir eleştirmen gözlemini tıpkı bir karne notu gibi beklemektedir. Kimileri de, olumsuz da olsa, bir eleştirmence adının anılmasını çok önemsiyor; çünkü böylece kendisi önemsenmiş ve adını duyurmuş oluyor.

Oysa sanatçı, önyargısız ve özgürce üretmelidir ürününü; bu özgürlüğün başlıca koşulu da üretim aşamasında başkalarının değer yargısını gözardı edebilmektir. Bir eleştirmenin ya da başka birilerinin ona yönelik eleştiri ya da gözlemleri, öylesine bir "fikir" verebilir, bir deneyim yaşatabilir kendisine, ama bir sanat yapıtının ne ölçüde üstün olduğunun sayısal bir ölçütü yoktur.

Sonuç olarak bir sanatçıyı yönlendiren, duraksatan ya da durduran bir işlevi olmadığı sürece, eleştiri yararlıdır, aydınlatıcıdır.

(*) Prof. Dr. Mehmet Yalçın, Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı.

1 Koyu vurgular benimdir.

2 Seksenli (1982 - 1985 arası) yıllarda Adnan Benk yönetiminde çıkan "Çağdaş Eleştiri" dergisi, nesnellik eğilimi taşıyan bir yayındı ve çağdaş dil kuramlarına olabildikçe aykırı düşmeyecek yaklaşımlara yer veriyordu. "Yazı" sanatına ilişkin dil kuramlarında ülkemiz için önemli bir aydınlanma kaynağı oluşturmuştur.

3 Ne yazık ki gündelik kullanım sözlüklerimizde, olsa olsa bir sözcüğün hangi dilden geldiği belirtiliyor, ama üretim dayanağına, artsüremli (tarihsel) ya da eşsüremli (türevsel) kökenlerine değinilmiyor. Batılı sözlük yapımcıları bu tür verileri çok önemser. Çünkü bunlar, birer yan bilgi değil, dildeki kavramsal çağrışım ilişkilerini aydınlatan öğelerdir.



[i] Koyu vurgular benimdir.

[ii] Seksenli (1982 - 1985 arası) yıllarda Adnan Benk yönetiminde çıkan "Çağdaş Eleştiri" dergisi, nesnellik eğilimi taşıyan bir yayındı ve çağdaş dil kuramlarına olabildikçe aykırı düşmeyecek yaklaşımlara yer veriyordu. "Yazı" sanatına ilişkin dil kuramlarında ülkemiz için önemli bir aydınlanma kaynağı oluşturmuştur.

[iii] Ne yazık ki gündelik kullanım sözlüklerimizde, olsa olsa bir sözcüğün hangi dilden geldiği belirtiliyor, ama üretim dayanağına, artsüremli (tarihsel) ya da eşsüremli (türevsel) kökenlerine değinilmiyor. Batılı sözlük yapımcıları bu tür verileri çok önemser. Çünkü bunlar, birer yan bilgi değil, dildeki kavramsal çağrışım ilişkilerini aydınlatan öğelerdir.



Kaynak: Türk Dili Dergisi

küre - t - el arz, küre - i arz = yer yuvarlağı (yeryuvar)

"küre'' ile "arz" Arapça sözcüklerdir.

Türkçeleri "yuvarlak" tır, "yer"dir.

Arap dilinde, bu iki sözcük ile ad tamlaması yaparak, "küre - t - el arz" demişler. Kimi eski yazarlarımız, bu Arapça sözcüklerle İran dili kuralına göre ad tamlaması yaparak "küre - i arz" da demiş.

Hiç kimse.

İnanılmaz bir aşağılık duygusu yüzünden

"Bizim de bir dilimiz var, bizim de dilimizin kuralları var!" dememiş!!!

Bu Arapça sözcükleri ve Arapça, Farsça tamalamaları kullanmış durmuşlar. Şairlerimiz, yazarlarımız, devlet adamlarımız... Yıllarca, yüzyıllarca...

Bu durumdan yakınanlar da çok olmuş.

Yakınanlardan biri de Tanzimat yazarı Ziya Paşa'dır. 1868'de "Hürriyet" gazetesinde yazdığı "Şiir ve İnşa" makalesinde, Divan şairlerini de eleştirirken şunları söylemiştir:

«Bizim şuarâ-yı eslâf edâ-yı nazm u ifâdede ve hayâlât ve ma'ânide Arap ve Acem'e mümkün mertebe taklide sa'y etmeyi maariften addetmişler ve acaba bizim mensûb olduğumuz milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslâh kabil midir, asla burasını mülâhaza etmemişlerdir.» (Bizim önce gelen şairler anlatım ve nazım havasında imgelemlerde ve anlamda Arap ve Acem'e olanağı denli övkünmeve çalışmayı ustalıktan saymışlar ve acaba bizim ulusumuzun bir dili ve şiiri var mıdır ve bunu düzeltmek olanaklı mıdır, hiçbir biçimde burasını düşünmemişlerdir)

Böyle diyor Ziya Paşa...

Ve Necati'yi. Bâkî'yi, Nef’î'yi vb.ni kıyasıya eleştiriyor. Bunların yazdıklarının bizim olamayacağını söylüyor.

Ziya Paşa'dan esinlenerek bir gerçeğin altını çizelim. Bu övdüğümüz, göklere çıkardığınız şairlerimizin, Arap'a ve Acem'e çok aşırı öykünmeleri, (öykünmeden öte, olduğu gibi sözcükler almaları), dilimize büyük zararlar vermiştir. Dilimizi yüceltmemiştir, batırmıştır.

Efendim, neymiş, Arapça, Farsça sözcükleri kullanırsak daha güzel olurmuş!!!

Arap’tan, Acem’den durmadan sözcükler almanın güzel olduğunu sanarak dilimizi batırmışlardır.

Ayrıca soralım:

Yazarların, şairlerin anlayışında Arap'tan, Acem'den sözcükler alırsan güzel oluyor da niçin Türkçe kötü sayılıyor?

Türk ozanına, Türk yazarına bu aşağılık duygusunu kim, kimler aşılamıştır?

Olduğu gibi söyleyelim ki, şairlerimizin, ozanlarımızın bu sayrılıkları (Sayrılıktan başka ne ad verebiliriz? Hayınlık mı diyelim?) bugünlere değin gelmiştir. Bugün de Arapça sözcüklerin daha güzel olduğunu sananlar ve onları kullananlar var. Özellikle şairler, ozanlar arasında çok var.

Şiir yazmış genç ozan. Getiriyor, Türk Dili Dergisi'nde yayımlanmasını istiyor. Getirdiği şiiri okuyoruz. Bir dizesi şöyle, kendi yazımıyla gösterelim:

"muafak oldu yıldızlara varmaya"

Biz ona bir dilekte bulunuyoruz: «"muafak oldu" yerine Türkçe "başardı" yazalım; dize şöyle olsun: "başardı yıldızlara varmayı"» diyoruz. "Hayır, olmaz," diyor.

"Niçin?"

Bu "muafak" sözcüğü daha güzelmiş, onun için!

Biz onu yanıtlıyoruz.

"Muafak"ın Arapça ve ayrıca yanlış olduğunu, doğrusunu söylemek istiyorsa "muvaffak" demesi gerektiğini belirtiyoruz.

Gene de diretiyor. Kendisi şair imiş, güzel olanı bilirmiş... Bakıyoruz yüzüne o sözümona şairin; düşünüyoruz:

Kimler beyinlerini yıkadı bu gençlerin, yabancı dillerin döküntü sözcüklerine imrendirdi onları da Türkçeye hayınlık yaptırıyorlar?

Yazıklı genç ozanın yüzüne bakarak böyle düşünüyoruz.

Ziya Paşa'dan esinlenerek olduğu gibi söyleyelim şimdi:

Türk şairi, Türk diline hayınlık etmektedir.

Bilinçlenmemiz gerekiyor diye düşünüyoruz arkadaşlar!

Bâkî'nin Türk yazınının en büyük şairi olduğu öğretilir çocuklarımıza. Doğrudur. En büyük yapıtı da "KanuniMersiyesi"... "Kanuni Mersiyesi"nin ilk iki dizesi şudur:

"Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-i nâm ü neng Tâkey hevâ-yi meşgale-i dehr-i bîdireng "

(Ey ad ve ün ilgisinin tuzağına yakalanmış insan,

bu değişken dönemle uğraşmak isteği ne zamana değin?)

İşte, Arapçaya aşırı imrenerek, onu güzel sanarak, dilimizi bu duruma düşürmüşüz, ne yazık ki!

Diyebilirsiniz ki, o çağ "ümmet" çağıydı, şeriatçılık çağıydı; ulusal duygu hiç kimsede yoktu.

Peki, bugünkü bilinçsizliğimiz, darmadağınıklığımız nereden eliyor?

Bâkî'den çok sonralara değin ozanlarda, yazarlarda, aydın geçinenlerde "dil bilinçsizliği" sürmüş gitmiştir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında da aynı bilinçsizlik yoğun bir biçimde vardır.

Darülfünun müderrislerinde (üniversite öğretim üyelerinde) de yoğun biçimde görülür bu bilinçsizlik. Sözgelimi, Rıza Tevfik, Türk dilinin yetersiz sayılan dillerden olduğunu açık açık söylemiştir, hayınlık ölçüsüne varan bir acımasızlıkla.

Dilimiz aydınlarımızca batırılmışken son zamanlarda sanki daha çok batırmak için, bir de Arapça "küre" sözcüğünü attılar ortaya. Bu Arapça sözcüğü, gittikçe çoğaltarak kullanmaya başladılar.

Küre dediler, küresel, küreselleşmek, küresellik dediler. Bu sözcükten tamlama yaparak "küreselleşen dünya"yı da uydurdular.

Bugün, siyasal alanda battığımız gibi, bizi dil alanında da batırmak istiyorlar, sanki batışın dengeli olmasını sağlıyorlar.

En sonunda, Arapçadan bir de "yerküre" sözcüğünü uydurdular. Tanrı aşkına nedir bu "yerküre" sözcüğü?

"küre - t - el arz"ı, ya da "küre-i arz"ı Türkçemize uyarlama numarası mı bu???

Türkçe düşünmek, Türkçe yaratmak varken, ille de Arap diline mi gereksinim duyacağız, hep Arap diline mi bağımlı kalacağız???

Bugün devletin yönetimini ele geçirenler, yönetime ilk gelişlerinden beri, ulusal çıkarlarımız karşısında duyarsız davrandılar; hayınlık öcüsünde duyarsız davrandılar. Bu yüzden, yeryuvarın her yanından, özellikle AB'den ve ABD'den bize buyruk üzerine buyruk veriliyor. Biz de kuzu kuzu boyun eğiyoruz. Ses çıkaramıyoruz. Bu yüzden teröristler azdıkça azıyor. En önemli çıkarlarımız ayaklar altına alınıyor.

Türkiye Cumhuriyeti, hiçbir zaman bu duruma düşürülmemişti. Dil bilinçsizliği de, Türk Dil Kurumu kapatıldıktan sonra daha da yoğunlaşarak yaygınlaşarak sürüp

gidiyor... Yıllardan beri sürüp gidiyor.

*

Özellikle son zamanlarda, hangi gazete yazısını okumaya kalksak Arapça küre, küresel, küreselleşen dünya ve en son uydurulan yerküre Arapça sözcüklerini yazılara "alın lekesi" gibi, "alın lekeleri" gibi serpiştirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Türk Dil Kurumu kapatıldıktan sonra kim, kimler sokuyor bu alın lekelerini kullanım alanına şaşıyorum.

*

Anlaşılıyor ki Türkiye'de yeni bir kurtuluş savaşımına gereksinim var!

"Türk Dil Kurumu" ve "Düşmanlık Yasası"

Ahmet Miskioğlu



Türk Dil Kurumu'nu 1983 yılında, "darbeci"ler, kapattılar. O darbeciler ki, -bugün kesinlikle anlaşılmıştır artık- 27 Mayıs ak devriminin öcünü alıyorlardı. Kurnazlığı hiç bilmeyen halkımız da iyi şeyler olacağını sanarak alkışlıyordu onları. Türk Dil Kurumu yok artık! Biz, Türk Dil Kurumu'nu yüreğimizde yaşatıyoruz. Yeni getirdikleri yasalara uygun olarak kurulan "Dil Derneği'nde, "Türk Dil Derneği"nde yaşatıyoruz.

Bu konuyu birçok kez yazdım. Artık yazmayayım diyordum. Ama olmadı işte. Televizyonda NTV'nin bir izlencesinde, kimsenin kimseyi konuşturmadığı, özellikle yöneticinin (Bayülgen miydi adı?), kendisi söyleyip kendisi güldüğü, herkesin sözünü kestiği bir izlencede Türk dilini, Türk Dil Kurumu'nu sözümona ele aldılar.

Yusuf Çotuksöken vardı. Hakkı Devrim, Şükrü Halûk Akalın ve iki kişi daha... Konuşmacı, söze başlayıp sürdürürken, sözünü toparlayacağı sırada, yönetici, atılıp sözünü kesiyordu. Bu yüzden, derli toplu bir konuşma dinlenemedi. Ya da konuşmacılar hazırlıksız gelmişlerdi. Hazırlıklı olsalardı sözlerini kestirmezlerdi diye düşünebiliriz belki, izlencenin koşullarını bilmiyorum. Ama görünüş hiç de güzel değildi. Konuşmalar süresince, aslında birçok TV izlencesinde olduğu gibi, kimse kimseyi dinlemiyordu.

Türk Dili Dergisi'nde yeniden kimi şeyleri açıklayayım diye düşündüm.

*

Kapatılan Türk Dil Kurumu'nun 500'den çok üyesinin geçen yirmi yıl içinde hepsinin öldüklerini mi sanıyorlar? Hepsi ölmemiştir, üyelerin çoğu yaşamaktadır. Yönetim kurulunun da üyelerinin çoğu yaşamaktadır. Onlar varken kimse kendini TDK başkanı sanmasın. Binleri kendisini sözümona TDK'ya başkan olarak atamaya kalkmış da olsa, ulusun vicdanında o hiçbir zaman TDK'nın başkanı olamaz. Çünkü özerk Türk Dil Kurumu'nda, "Genel Başkan", üyelerce seçilirdi; "atama işlemi" diye bir güldürü oyunu yoktu.

Bugün atanmış birileri varsa, sözümona başkan olarak atanmışsa:

«Ben, böyle "gasp" edilmiş kurumda çalışamam,» demeli kabul etmemeli. Yapabileceği en onurlu davranış budur.

Geçen zaman içinde kimi atananlar, utanmadan kendilerine "TDK'nın asli üyesi" demeye bile başlamışlardı. Utanmazlığın çok çeşitleri varıdır.

Şimdi Türk Dil Kurumu'nun yaşayan üyelerine, asıl üyelerine örnek vereyim. Şu yazıyı yazarken hemen anımsadığım adları belirteyim: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Tahsin Yücel, Şerafettin Turan, Sami Karaören, Aydın Koksal, Ahmet Kocaman, Bedia Akarsu, Kâmile İmer, Özer Soysal, Emin Özdemir...

Daha birçok ad var. işte Türk Dil Kurumu, bu bilim ve sanat adamlarının yönetimindeydi.

Türk Dil Kurumu, özerk, bağımsız, halka, halkın diline hizmet eden bir kuruluştu. Resmi bir kuruluş değildi. Atatürk'ün yasal olarak bıraktığı malvarlığıyla çalışıyor, hizmetler yapıyordu. Çok büyük saygınlıkları vardı. Bir yaptırım güçleri bulunmadığı halde, Türkiye çapında bir birlik sağlamışlardı.

Ne yaptı "darbeciler"; silahlı güçleriyle bu çalışmaları durdurdular, Türk Dil Kurumu'nu asıl iyelerinin ellerinden -sanki yurdumuzu işgal eden düşman bir güçtü onlar- aldılar ve kapattılar. Atatürk'ün kalıtın ı çiğneyerek kapattılar.

Yani evrensel yasaları çiğnediler. Yıl, 1983... Biz, bu olay karşısında "dehşet" içinde kaldık. En kutsal kurumumuza el atılıyordu. Kutsal dil, Arapça değildir, İngilizce değildir, Türkçedir bize göre.

Gerçekte, kapatılan Türk Dil Kurumu'nun asıl üyeleri, asıl "sahipleri", sayıları 500'ü aşan bağımsız üyelerle yukarıda bir bölüğünün adını saydığım yönetim kurulu üyeleridir. Ve onlar yaşıyorlar. Ölmediler. Onlar görevlerinden de "istifa" etmiş değillerdir. Onlar varken, onlar sağken "Ben Türk Dil Kurumu'nun başkanıyım" diyemez kimse. Diyecek olursa, onuru leke alır bize göre.

Türk Dil Kurumu'nun asıl üyeleri, gerçek üyeleri görevlerini sürdürüyorlardı. Başarı ile sürdürüyorlardı, "insan usu"na göre, insanın mantığına göre, yeryüzündeki her devletin yasalarına göre, asıl üyeler, asıl yönetim kurulu üyeleri onlardır. Bugün de, Türk Dil Kurumu'nun asıl "sahipleri" onlardır.

Bu sözümü, bu gerçeği, ışıklar içinde yatsın, Şükran Kurdakul uluslararası PEN Kulübü Türkiye Başkanı bulunduğu yıllarda PEN Kulübü adına düzenlediği Türk Dili Bayramı'nda da bağırarak söylemiştim, "gasp" etmenin çirkinliğini sergilemeye çalışmıştım. Çünkü o sıralarda Dolmabahçe'de Kurum'un sahiplen olduklarını sanan "gaspçı'ların kuklaları da toplanmıştı. Türk Dil Kurumu'nun "sahipleri" değillerdi ama, Atatürk'ün kalıtının yiyicileriydiler. Onlar bu hırsla toplanmışlardı, biz bunu biliyorduk.

Prof. Dr. İsmet Sungurbey de yasal durumu, evrensel yasayı derin hukuk bilgisiyle çok güzel açıklamıştı o gün. Demişti ki:

«Dünyanın her toplumunda bir adamın son isteği kutsal sayılır. Bu kutsal isteği de çiğnediler. Şimdi bu o kadar çok hukuk ilkesini birden yıkıyor ki, h ir taşla birçok kuşu devirir gibi. Bir kere, anayasamızda herkes mülk iye t ve miras hakkına sahiptir diye bir madde var. 'Bonn Anayasası 'ndan alınmış. Doğru unlunu, herkes mülkiyet güvencesine, miras güvencesine sahiptir.»

Sungurbey, uzun uzun açıkladı. Mülkiyet hakkının, miras hakkının nasıl çiğnendiğini anlattı.

Evrensel hukuka göre, durum, er ya da geç düzelecektir.

Bu, bilinmelidir. Haksız işlemi sürdürmekte olanlar anlamalıdırlar. Çok zaman geçmiş olduğunu düşünerek "yutturacaklarını" sanmamalıdırlar. Er ya da geç hak geri alınacaktır. Güldürü oyunu oynayarak Atatürk'ün kalıtı üzerine oturmuş olanlar, bilmelidir ki, evrensel hukuk, Prof. Dr. İsmet Sungurbey'in yorumladığı gibi er ya da geç yerine gelecektir.

*

NTV izlencesinde, Sayın Yusuf Çotuksöken, TDK'nın 1932 ile 1983 yılları arasındaki etkinliğinin bambaşka olduğunu söyledi ama, daha güçlü ve ısrarlı bir tonla vurgulamasını beklerdik. Her konuşmasında, her yazısında doyurucu açıklamalar yapmış, yapabilmiş olan sevgili arkadaşımız, bu kez TV izlencesinin olumsuz koşulları içinde kalmış oldu. Hepimize geçmiş olsun. Kendini TDK başkanı sanan sayın yazıklı Halûk Akalın da "Yasadır masadır, şöyledir böyledir" diyerek baskın çıkmaya çalıştı. Herkesin tepesi attı bu duruma.

Hangi yasa? Evrensel hukuka aykırı yasa mı olur?

Bu tür yasalara bugün ben, "düşmanlık yasası" diyorum.

Düşmanlık yasasına da en tipik örnek, İsviçre'nin çıkardığı soykırım yasasıdır. Bu yasaya dayanarak Prof. Dr. Yusuf Halacoğlu'nu Uluslararası Polis Örgütü aracılığıyla arıyorlarmış. Suçu ne? Yaptığı bilimsel açıklama... Ama, Halacoğlu'nun yanıtı çok güzel:

«Bilim adamlarının, arşivlerle söylediklerinden dolayı mahkûm edilmesi, ancak Ortaçağda olabilirdi.» diyor.

İşte böyle, Atatürk'ün "vasiyetini", Atatürk'ün mülkiyet hakkını çiğneyen bu TDK yasası da Türk aydınlarına uygulanmak istenen haksız, yanlış ve düşmanca düzenlenen soykırım yasaları gibi ''düşmanlık yasası"dır bizce.

Bir de, sayın yazıklı Halûk Akalın'a kaç kişi oldukları soruldu. O da "İki kişiyiz" diye yanıtladı.

Bize göre Sayın Akalın, iki kişilik ekibiyle TDK'nin değil "Dil Akademisinin başkanı olmalıdır; bulunduğu yeri beş yüz kişiden daha çok olan asıl sahiplerine bırakmalıdır. Kendisini oraya atayanlara, şöyle bir açıklama yapmalıdır:

«Benim onurum var, başkasının "gasp" edilmiş yerine oturamam.» demelidir.

Doğrusu, olduğu gibi söyleyeyim, ben 1983'ten beri "kerli ferli" adamların, buraya atandık diyerek, utanmadan başkalarının yerine gelip oturmalarına şaşmaktayım. Hele kimilerinin yine utanmadan:

"TDK'nın asli üyesiyim!" diyerek de kurum kurum kurulmalarına daha çok şaşmışımdır. Usuma sığdıramamışımdır.

Son olarak şu gerçeği de açıklamak gerekir:

"İstifa" etmediğine göre, -bütün hukukçuların söylediği gibi- Türk Dil Kurumu'nun başkanı Prof. Dr. Şerafettin Turan'dır. Gene "istifa" etmediğine göre, Türk Dil Kurumu'nun ikinci başkanı Prof. Dr. Bedia Akarsu' dur.

Beş yüz kişiden çok üye ve yönetim kurulu üyeleri onları seçmiştir. Evrensel hukuka göre bu, böyledir.

Bir başkası "Ben başkanım" demeye utanmalıdır.

Biz, düşmanlık hukuku değil, gerçek evrensel hukuk istiyoruz.

Küre mi?

Küre, Kürre = Top, Yuvarlak, Toparlak



Ahmet Miskioğlu



"Küre" ya da "kürre", Arapça bir sözcüktür.

"Küre" ya da "kürre", "top" demektir; yani "küre"nin Türkçesi, "top"tur, "yuvarlak" tır "toparlak"tır.

Arap çocuğu, bizim "yuvarlak", "toparlak" dediğimiz, "top" dediğimiz şeye "küre" der.

"Toplar", "yuvarlaklar" için, yani sözcüğün çoğulu için Araplar "kürat" der. Bir gün aşağılık duygusu taşıyan birilerinin, "kürat" demeye başlayacağından da korkarım.

Bizim aydınımız, düşünürümüz, siyasa adamımız, yazarımız, gözbebeğimiz olan bütün sevdiklerimiz, ne ölçüde bilinçsizdir ki, göz göre göre başka bir ulusun döküntü verilerine kucak açar, kendini aşağılar gibi kucak açar da kendi değerini bırakır! Kendi değerli sözlerini bırakır da bizim için söylemesi bile çok güç olan başkalarının sözlerini kullanır. Nasıl olur bu?

Doğrusu insanımızın böyle kendini aşağılamasına şaşıyorum, ulusumuz adına üzülüyorum.

Yalnız dil alanında değil, her alanda böyleyiz.

Sanki kendi kendimizi aşağılamak görevi verilmiştir bize. Hepimiz kuzu kuzu görevimizi yerine getiriyoruz. Bize yaraşan aşağılanmaktır der gibi!

Siyasa alanına bakalım. Özellikle beş yıla yakın bir süreden beri ulusumuzun aşağılanmasının en yoğun dönemini yaşamadık mı siyasanın her alanında. Yurt yönetimini ele geçirip yönetim başına yerleşenler, bizi hem Amerika'da hem Avrupa'da aşağılanması gereken insanlar durumuna getirmediler mi?

Bileşik kaplarda olduğu gibi, toplum içinde, bir alanda oluşan durumlar, kendiliğinden her alana yayılıyormuş demek. Dil alanında da kendi kendimizi aşağılamalıymışız. Aydınımız hemen böyle görevleri yükleniyor, kuzu kuzu görevini yerine getiriyor.

"Küreselleşmek" ne demektir Tanrı aşkına!? Konuşurken, bir aydın arkadaşa sordum, bu sözcüğün son zamanlarda çok kullanılmaya başlandığını söyledim. Arkadaş, bilgiç bilgiç: "Bu sözcük 'globalleşmek' demektir" dedi.

İşte böyle...

Aydınlarımız, kendi değerlerini aşağılarken, bilinmeyeni, gene bilinmeyenle açıklamakta büyük başarı gösteriyorlar.

İlk “küreselleşmek” sözcüğünü kullanan, “evrenselleşmek” niçin dememiştir?

"Evren" sözcüğü Türkçe olduğu için mi dememiştir? Ya da başka bir Türkçe söz bulunamaz mıydı, toplumbilimle uğraşan büyük büyük insanlarımızca? (Haksızlık etmeyelim: Sayın Server Tanilli'nin, Sayın Emre Kongar'ın yazılarında "evrensel" sözcüğünün kullanıldığını görüyoruz her zaman. Başka bilinçli insanlarımız da vardır kuşkusuz.)

"Küre", Arapça olduğu gibi, "Global" da Fransızcadır. Tahsin Saraç'ın "Büyük Fransızca-Türkçe Sözlüklünde "Global" için "toptan, yuvarlak, toplam" açıklaması var.

Yani "küre" sözcüğü Arap sözlüğünde var, "global" sözcüğü de Latin kökenli dillerin sözlüklerinde var.

Ya bizim Türkçe sözlüklerde durum nasıl?

Bu da sorulur mu? Bizim Türkçe sözlüklerde her ikisi de var (!)

Paşa gönlümüz, başkalarının sözcüklerini sözlüğümüze doldurmayı ustalık saymış, uygarlık saymış, bilimsellik saymış.

Bütün dünya uluslarının sözcüklerini bizim sözlüğe dolduralım, sonra da övünelim, en büyük sözlük, bizim sözlüğümüzdür, diyelim: Olur mu böyle şey? Sömürge ekini (kültürü) başkadır, bağımsız ulus ekini başka!

Edebiyat Fakültesi'nde öğrenci olduğum yıllarda, İstanbul'da Merkez Öğrenci Yurdu'nda kalıyordum. Başka fakültelerde okuyan öğrenci arkadaşlarla söyleşirken, Türk ekininin çok varsıl bir ekin (kültür) olduğunu açıklamaya çalıştım onlara. Türkiye'de öğrenim görmeye gelmiş, bizim gibi, yurtta barınan, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde okuyan bir Arap öğrenci arkadaş: "Açınız Türkçe sözlüğünüzü, bakınız, Arapça olmayan bir tek sözcüğünüz var mı? " diye sordu bize. Bizim ekinimizin, uygarlığımızın bulunmadığını, her şeyimizi Arap'tan, Arapçadan aldığımızı belirtmek istiyordu.

O yıllardaki kimi bağnazlar gibi, "Fethedilmiş sözcüklerdir onlar(!)" demedim doğal olarak. Birçok açıdan, doğruydu söylediği.

Bir türlü dilimiz varmıyor Türkçemizi, kendi dilimizi kullanmaya; dilimizde Türkçe karşılığı bulunsa da Arapçasını kullanmayı yeğliyor sözümona aydınlarımız, düşünürlerimiz, bilim adamlarımız! Hepimiz Arapçayı yeğliyoruz, başka uluslardan gelen yabancı sözcükleri yeğliyoruz!

Yani bir türlü yanaşmıyoruz, Türkçe "yuvarlak" demeye, "toparlak" demeye, "top" demeye... İlle "küre" diyeceğiz, "küresel" diyeceğiz, "küreselleşmek" diyeceğiz! Biz sömürgeleşmiş kafalı Türk insanları!

Bizim dilimiz, aydınlarımızın bilinçsiz tutumları yüzünden Arapçanın kölesidir, Fransızcanın kölesidir, İngilizcenin kölesidir... Bağımsız olarak "dilimizin onuru"nu korumaya bir türlü yanaşmıyoruz, yanaşamıyoruz.

Siyasal alanda da böyleyiz. Özellikle son beş yıla yakın bir süreden beri Amerika'nın kölesiyiz, Avrupa'nın kölesiyiz. Hem de borçlu köleleriz! Yönetimi ele geçirenler, bir yandan sürekli olarak ülkeyi borçlandırırken, öbür yandan da gene ülkenin değerlerini Avrupalılara, Amerikalılara satıp duruyorlar, "babalar gibi" satıp duruyorlar. Ne yazık ki, ülkenin başındakiler, sömürgecilerle el ele...

Ülkemizin başına geçenler, cumhuriyetimizi bölmek, batırmak, yok etmek görevini almışlar; kuzu kuzu bu görevi yerine getirecekler.

Yeni dönemde bu bilinçsiz tutumlara son vermek gerekiyor! Nasıl son vereceğiz bilinçsiz tutumlara? Son vermeyi düşünecek mi yeniden yönetimi ele geçirenler?

Kaç yıl önce, Sayın Sami Karaören, Türk Dili Dergisi'nde «Şu 'Diğer' Sözcüğü» adlı bir yazı yazmıştı. "diğer"in Türkçe olmadığını ama onun yerini tutacak sözcüklerimizin bulunduğunu açıklıyor Sami Karaören, bizi bilinçli olmaya çağırıyor.

O yazıdan bir bölümce alıyorum:

«Ne çok kullanıyor yazarlarımız şu 'diğer' sözcüğünü... Özellikle yazın dışındaki yazarlar. Bilim adamları, gazeteciler. Bu Farsça sözcüğün, belki de, Türkçe olduğunu sanıyorlar. Dilimizde öbür, öteki, başka sözcükleri varken, ne gereği var diğer (diğer) sözcüğünün kullanmanın. Hem de yerine göre çok kullanışlı sözcükler. Örneğin "biri başka diğeri başka" yerine "biri başka öbürü başka" ya da "...onu değil, diğerini" yerine "...onu değil ötekini"; "... bir diğer kişi" yerine "... bir başka kişi" dersek, Farsça yerine güzel dilimizin sözcüklerini kullanmış olmakla kalmıyor, anlatım inceliklerini getirmiş oluyoruz yazınımıza. Düşününüz, bir tek diğer sözcüğünün tutsağı olmaktan kurtarıyor bizi dilimiz, ayrı ayrı anlatım inceliğine, varsıllığına ulaştırıyor. Dil bilinci içindeki yazarlarımız "diğer taraftan " demiyor artık "öteyandan " diyor.»(*)[i]

"Diğer" sözcüğü gibi, kullanım sıklığı olan Arapça sözcüklerden biri de "kadar"dır, Arapça bir sözcüktür. Onun yerine kullanılmakta olan çok daha incelikli Türkçe sözcüklerimiz varken, arkadaşların "kadar"ı kullanmayı sürdürmeleri karşısında onları bilince, bilinç alanına çağırmak gerekiyor.

Örneğin, "kadar"ı kullanarak "Ne kadar duyarlı adam" diyeceğimize "Ne denli duyarlı adam" diyebiliriz, demeliyiz. "Eve kadar yürüyelim." yerine "Eve değin yürüyelim. " diyebiliriz. "Dünya kadar para kazandı" yerine "Dünya ölçüsünde para kazandı" diyebiliriz; "Filmi anlattılar görmüş kadar oldum" yerine "Filmi anlattılar, görmüş gibi oldum. " demeliyiz.

Görüldüğü gibi, çok daha incelikli durumlar varken kavramın Arapçasına takılıp kalmak ne anlama geliyor diye sormak geçiyor içimizden. Mutlaka yabancılaşmak mı gerekiyor. Kendi özünden ayrılmak mı gerekiyor. Hem siyasal alanda, hem yazınsal alanda hem de bilimsel alanda insanlarımızın bilinçli olmaları gerekiyor. Aymazlıktan kurtulmak gerekiyor. Doğrulmak, dirilmek gerekiyor. "Kadar" yerine bir değil birden çok sözcüğümüz var; hem de anlatıma daha bir varsıllık, daha bir incelik katıyor:

Anlam, azlık-çokluk içeriyorsa "kadar" yerine "denli" kullanılır. Bir örnek daha verelim

"İlhan, yaşı küçük ama, boyu Yavuz denli uzadı"

Anlam, yakınlık -uzaklık içeriyorsa, değin kullanılır. Örnek:

"Buradan eve değin yürüyeceğim." Değin sözcüğünün yerine kimi zaman yine Türkçe olan "dek" de kullanılıyor.

Bundan başka, Arapça "Kadar" sözcüğü yerini çok doğal olarak Türkçe olan "gibi" ve yine Türkçe olan "ölçüsünde" sözcükleri vardır. "kadar"ın bırakılması, anlatıma çok daha varsıl bir hava getirecektir.

60'lı yıllarda Türkçemizin yalınlaşması, güzelleşmesi, arılaşması doğru yoluna girmişti, "diğer" gibi, "kadar" gibi Arapça kökenli sözcüklerin yerine daha güzel olan ve yüzyıllardır kullanılan Türkçe sözcükler geçiyordu. 80'li yıllarda TDK kapatıldıktan sonra bir geriye dönüş başladı. "Nedir Tanrı aşkına "küreselleşmek"? Türkçesi yok mu bunun? Bu ölçüde, çok sayıda sanat adamımız, bilim adamımız, siyasa adamımız Türkçesini bulamıyorlar mı? Bir de "yerküre" diye bir sözcük çıkardılar ortaya! "yeryuvar" mı demek istiyorlar acaba? Tam Arapçası "küre-i arz" dır. Bunun yarısını Türkçe yarısını Arapça olarak kullanmak ne kazandırır Tanrı aşkına? Bizi gülünç duruma düşürmez mi?

Türkiye elden gidiyor arkadaşlar, siyasa adamları ülkeyi batırırken, dilimizi de birlikte batırıyorlar! Birtakım aydın geçinenler de onlara çanak tutuyor.

Kendi ulusunu aşağılayarak Avrupalılardan ödül alma yoluna girenler, dillerini arıtarak ödül almaya çalışsalar daha iyi olmaz mı?




Kaynak: www.turkdilidergisi.com

Yanlışlar

"kendi" mi "kendisi" mi

"Kendini bıraktı, kendisini kaptırdı, kendisi istedi" vb. cümlelerde nerede 'kendi', nerede kendisi' sözcüğünü kullanacağını karıştıranlar olabilir.

Dönüşlü kişi adılı (şahıs zamiri) "kendi" sözcüğünün birinci ve ikinci tekil (ve çoğul) çekimlerinde yaşamadığımız tereddüt, üçüncü tekil kişi çekiminde karşımıza çıkar. Doğrusu "kendi" midir, "kendisi" mi? Birinci kişi çekimi "kendi-m", ikinci kişi çekimi "kendi-n" olurken sözcüğün aldığı iyelik ekini, üçüncü kişi çekimine girerken de alması; yani çekimin "kendi-si" olması gerekir. Ancak "kendi" sözcüğünün sonundaki, aslında ek olmayan, "i"nin iyelik eki sanılması, "kendisi" yerine "kendi" kullanımını yaygınlaştırmıştır.

"Kendi" sözcüğü, kişi anlamı taşımadığı durumlarda (sözgelimi "kendi başına, kendi derdine düşmek, kendi gelen" gibi deyimlerde) eksiz kullanılır; üçüncü kişi anlamı taşıdığında iyelik eki alır. Yani, "kendisi istedi" mi, "kendi istedi" mi demenin doğru olacağı yolunda tereddüt yaşandığında birinci ve ikinci kişi çekimleri düşünülebilir. Birinci kişi için "Kendi-m istedim", ikinci kişi için söz konusu ise "Kendi-n istedin" deniyorsa üçüncü kişi için de "Kendi-si istedi" denmesi gerektiği sonucuna varılabilir.

Kaynak: Feyza Hepçilingirler, Türkçe Günlükleri; Cumhuriyet, Kitap



güzel erkek

“Güzel” sözcüğü nitelendirme sıfatı olarak kadın, kız ve çocuklar için kullanılır. Erkek için “yakışıklı” sözcüğü daha doğrudur. Bu yanlış kullanım “kadınsı bir güzelliği olan erkek” anlamını doğurur.



korkunç güzel

“Çok güzel, olağanüstü güzel, fevkalâde güzel, nefes kesecek kadar güzel, harikulâde güzel” gibi söyleyişler varken “korkunç güzel” demek doğru değildir.



hayret bir şey

“Hayret” sözcüğü Türkçede ya ünlem olarak ya da “hayret etmek” şeklinde bir birleşik sözcük olarak kullanılır. Bu nedenle “hayret edilecek bir şey” demek daha doğrudur.



Saat 05.00 gibi gelirim.

“Gibi” sözcüğü bir benzetme edatıdır. Benzetme edatları, bir şeyin bir başka şeye benzetilmesi sırasında anlatımı tamamlayıcı bir görevle kullanılırlar. “Saat beşte, beşe doğru, beş civarında, beş sularında” gibi seçenekler varken “beş gibi” kullanılışı uygun değildir.



yakinen tanımak

yakin = (Arapça) sağlam bilgi, iyi, kat’i olarak bilme

Dolayısıyla “yakinen tanımak” yerine “yakından tanımak” demek gerekir.



istihbarat almak

“İstihbarat”, “haber ve bilgi alma, duyma” anlamlarına gelen “istihbar” sözcüğünün çoğuludur. Dolayısıyla “istihbarat” zaten haber alma anlamını taşıdığı için “istihbarat almak” yanlış bir kullanımdır.



görmemezlikten gelmek

Konuşma veya yazı dilinde sık sık karşılaşılan hatalardan biri de iki olumsuzluk ekinin üst üste getirildiği –mAmAzlIktAn gelmek yapısıdır.

Ekte iki olumsuzluk eki bulunmaktadır. “Görmemezlikten gelmek” örneğinde, gör- eyleminin me- eki ile olumsuz çatısı kurulmuş; ardından bu olumsuz çatının üstüne olumsuz sıfat fiil eki –mez ve isimden isim yapma eki –lik getirilmiştir. Dil bilimde ek yığılması olarak tanımlanan bu ifadenin yerine, -mazlıktan / -mezlikten gelmek yapısının kullanılması uygun olacaktır.



tayin olmak

“Atama” anlamındaki “tayin”, ancak “etmek, edilmek, olunmak” yardımcı fiilleriyle veya “tayin-i çıkmak” yapısıyla kullanılabilir.

Aynı şekilde, iptal olmak, kaydolmak, keşfolmak, tahrip olmak vb. birleşik eylemlerin uygun kullanılışı iptal olunmak, kaydolunmak, tahrip edilmek vb. dir.



yazılı metin

Metin, zaten yazılı olduğundan ilk sözcük gereksizdir.



bedbaht

Nutuk’ta geçen sözcük “fenalık, kötülük isteyen” anlamlarına gelen “bedhah”tır. Ancak zaman zaman Nutuk okunurken “bahtsız, kötü bahtlı” anlamlarına gelen “bedbaht” sözcüğü kullanılmaktadır.



delâlet

Nutuk’ta geçen sözcük “doğru yoldan sapma” anlamına gelen “dalâlet”tir. Ancak zaman zaman Nutuk okunurken “yol gösterme, kılavuzluk” anlamlarına gelen “delâlet” sözcüğü kullanılmaktadır.



fen ve sosyal bilimler

Yapıca farklı iki tamlamayı bu şekilde birleştirmek, bir anlatım bozukluğudur.



değişik versiyon

Fransızcadan dilimize giren versiyon ‘değişik biçim’ anlamındadır. Doğal olarak ‘değişik’ sözcüğüne gerek yoktur. Ayrıca ‘versiyon’ için ‘sürüm’ sözcüğü önerilmiştir. Türkçesi Varken Yabanı, Yabancısı Niye?



deniz sahili

‘Kıyı, yaka, yalı’ anlamındaki ‘sahil ’sözcüğü, denize değil; kara parçasına, örneğin adaya ait olmalıdır: ada sahili gibi.



fikrini kanıtlamak

Fikir (düşünce), ‘edinilir, danışılır, verilir, yorulur, çelinir, kabul edilir’; ancak kanıtlanmaz.



“Hayat kısa, sanat uzundur.”

Eski bir Yunan düşünürüne ait vecizenin çevirisinin doğru Türkçe olduğunu söylemek oldukça zor. Kısacası, sanatın uzunu, kısası olmaz. Bir dildeki anlamca uyumlu öğeleri bir başka dile anlam ve anlam ve üslûp kaybı olmadan aktarmak gerektiğinde, buna benzer sorunlar ortaya çıkabilir.



râkip

Bu sözcükteki /a/ ünlüsünün özellikle sporseverlerce yanlış telâffuz edildiği görülüyor. “râkip” şekliyle eski dilde ‘binen, binici’ anlamına gelir. “Herhangi bir işte, bir yarışta, birini geçmeye çalışan, aynı şeyi elde etmeye çalışan kimse” anlamına gelen sözcük, kısa /a/ ile söylenmelidir.



süre / süreç

Sesçe benzeşen bu sözcükler doğru anlamlarıyla kullanılmadığı takdirde anlatımdaki ince ayrımlar da ortadan kalkacaktır. Türkçe Sözlük’te “süre”, ‘zaman parçası, zaman aralığı, zaman bölümü, müddet’ anlamındadır. “Süreç” ise ‘aralarında birlik olan veya belli bir düzen içinde tekrarlanan, ilerleyen, gelişen olay veya hareketler dizisi’ olarak tanımlanmaktadır.



direk

Türkçe “dire-” ‘bir şeyi dikine koymak, dikmek’ eyleminden türetilen “direk” ile, İngilizce “direct”ten dilimize geçen “direkt = doğruca, duraksız, doğrudan” sözcüğünün zaman zaman karıştırıldığı görülmektedir.



nüans farkı

Özellikle, yabancı dillerden yapılan alıntılar, anlamları tam olarak bilinemediği takdirde yanlış kullanılmaktadır. Fransızca “nuance” sözcüğü mecazen “fark, ayırtı” anlamındadır. Doğal olarak “nüans farkı” ifadesi hatalıdır.



güzergâh üzerinde

“Geçilen, geçilecek yer, yol” anlamındaki Farsça kökenli “güzergâh”tan sonra “üzerinde” sözünü getirmek yanlıştır. Çünkü sözcüğün köküne (güzer = geçme, geçiş) gelen “-gâh” yer veya zaman bildiren bir ektir.



kontrolsuz

Ünlü uyumlarına uymayan yabancı sözcüklerde son hecenin art/ön oluşuna göre art veya ön ünlü ek gelir (televizyon-lar, bone-ler). Ancak bazı yabancı kökenli sözcükler, ait oldukları dilin kimi ses özelliklerinden dolayı bu kuralın dışında kalır. Bandrol, kontrol, mol, bol (içki), parabol, sol (nota) vb. örneklerdeki palatal /l/ sesi ön sıradan (ince) söylenir. Dolayısıyla bu sözcüklere ön ünlülü ekler getirilir (bandrol-ü, kontrol-süz, mol-den, bol-ü, parabol-den, sol-e vb.)



mütehassıs – mütehassis

“Husus” kökünden gelen “mütehassıs”, ‘ihtisası olan, bir işin bir şubesini çok iyi bilen, uzman’; “hiss” kökünden gelen “mütehassis” ise ‘hislenen, duygulanan’ anlamındadır. Bu farka dikkat edilmesi gerekir.



geçerlik, güvenirlik mi; geçerlilik, güvenirlilik mi?

Türkçe Sözlük (TDK, 1998)’te

geçerlik = 1. Yürürlükte olma, değerini sürdürme, revaç: Bu para geçerlikten kaldırıldı. 2. Sürümü olma durumu: Bu malın geçerliği kalmadı.

geçerlilik = 1. Geçerli olma durumu, geçerlik 2. Fel. Bir kavramın, bir yargının mantık veya anlamı ve değeri bakımından onaylanabilir olması

güvenirlik = Güvenilme durumu, güvenilir olma durumu

güvenilirlik = Güvenilir olma durumu



Bu açıklamalara göre bu sözcükler arasında “geçerlilik”in Felsefe’de ayrı bir anlamı olması dışında bir fark yoktur. “Yeterlik” ve “yeterlilik” çiftinde ise anlam yükü birincidedir. Yeterlilik yalnızca ‘yeterli olma’ durumudur.



atıyorum

Son dönemlerde sıkça yapılan bir yanlış. Türkçede “atmak” sözcüğü argo’da ‘bilmeden, kestirerek söylemek’ anlamındadır. Burada iki yanlış görülüyor: İlki, argo sözcük kullanmak, ikincisi bilmeden konuşmak. Hâlbuki kastedilen yalnızca örneğin demek.



akıbetin sonu

“akıbet”, “son, kötü son” demek olduğundan bu iki sözcük yan yana kullanılmamalıdır. Yani “Bu akıbetin sonu ne olacak?” demek yerine “Bunun sonu ne olacak?” demek gerekir.



Türk sanayisi

Türkçemizdeki kimi Arapça kökenli sözcüklere ekleri kullanımında tutarsızlıkların olduğu görülüyor. ile < mevzie/mevzii; mevkie/mevkii; sanayie/sanayi…> şekillerinden hangisi doğru acaba?

Türkçede ünsüzle biten sözcüklere /-l/ iyelik ve alofonları; ünlü ile bitenlere ise /-sı/ iyelik eki getirilmektedir. örnekleri kaynak dilde, Türkçemizde bulunmayan bir ünsüzle (ayın) bitmektedir. Türk fonetiğinde yeri olmayan bu ses düştüğünden dolayı ünlüyle bittiği düşünülen bu sözcüklere /-sı/, /-si/ iyelik ekleri getirilmektedir. (Belki de Türkçenin ses yapısına uymuş olan bu şekilleri tercih edilmesi gerekirdi.) Ancak İmlâ Kılavuzu’nda şekilleri tercih edilen bu tür sözlerin asıllarına sadık kalınarak ünsüzle bittiği düşünülmüş ve doğal olarak savunma sanayii, düşman mevzii, gazete bayii… yazılması ve söylenmesi gerektiği belirtilmiştir.



öğretmenlik sertifikasına haiz olan

Haiz olmak, geçişli yani nesne isteyen birleşik eylemdir. <…-(y)a/-(y)e haiz olma> şeklinde yakla<şma< durumu eki (e durumu) ile kullanılması yanlıştır. Doğrusu <öğretmenlik sertifikasıNI haiz olan>dır.



düğün törenine teşrif etmenizi

<Şeref> kökünden türeyen ve <şereflendirmek, onurlandırmak> anlamlarını taşıyan teşrif adı veya teşrif etmek eylemi, aynı şekilde nesne almak zorundadır. (Nitekim aynı yapıdaki tebrik, takdir, tenkit,tehcir vb. yükleme durumu eki istemektedir.) Doğal olarak doğru şekil dir. Ancak uzun bir süredir bu
yanlış kullanım yaygınlaşarak doğru durumuna gelmiştir.



en çok satan

En çok satan gazete, en çok satan dergi…… gibi etken geçişli bir eylem nasıl olurda anlamı taşıyabilir?Buradaki gazete veya dergi isimlerinin yayından çok, kurum adı olduğu düşünüldüğü takdirde zorlamada olsa bir anlam ortaya çıkabilir. Her şeye karşın eyleminin bu yeni anlamının, bir olduğu düşünülebilir. İngilizcede eylemini hem satmak hem de satılmak anlamlarını taşıması, bizdeki bu kullanımın da İngilizceden alınma olduğunun bir kanıtı sayılabilir.



İngilizce dilini bilen eleman aranıyor

Gazete ve dergilerde sık sık görülen ilânlardan biri bu. Dil ile ilgili ilânlardaki böylesi bir “fahiş” hata düşündürücüdür. Türkçede, -ca /-ce eşitlik durumu eki, ulus adlarına eklenerek o ulusun dilini ifade eden adlar yapar. İngilizce, Almanca vd. , İngiliz ve Alman uluslarının konuştuğu/yazdığı dili belirtir. Etnik adlara getirilen –ca / -ce ekleri dil adlarını oluşturur. Bir başka şekilde, İngiliz dili, Alman dili ifadeleri de kullanılabilir. İngilizce dili, Almanca dili doğru kullanım örnekleri değildir.



ŞOV mu, SHOW mu?

Harf devriminden önce yazım kurallarının en önemlilerinden biri de Arapça ve Farsçadan dilimize giren sözcüklerin orijinal yazılışlarının korunması idi. Örneğin Osmanlıcada , , yazılışları sırasıyla, , , şeklinde okunurdu. Yabancı kökenli bu tür sözcüklerin yazılışını Türkçeye uydurmak ise, çok büyük bir yanlış olarak kabul edilirdi.Lâtin asıllı Türk alfabesinin kabulünden sonra sözcüklerin söylendiği gibi yazılması veya yazıldığı gibi okunması imlâmızın temel ilkeleri arsında yer almıştır. , İngilizce, , Türkçedir; , Fransızca, , Türkçedir.

Öte yandan toplumun eğitim düzeyinin yükselmesi, yabancı dil öğreniminin yaygınlaşması, ister istemez Türkçenin söz varlığının yanı sıra yazımını da etkilemektedir. Özellikle teknik sözcükler Türkçeye kaynak dildeki yazılışlarıyla girmekte ve yerleşmektedir. by-pass, hi-tec, know-how, show, TV guide, video vd. pek çok örnek, yazımdaki birliği ortadan kaldırmaktadır. Büyük bir bölümü Türkçe Sözlük ’te dahi yer almayan bu sözcüklerin İmlâ Kılavuzu’ndaki yazımlarında da tam bir kural veya tutarlılık yoktur. Örneğin İngilizce sözcüğü <şov> şeklindeyken yine İngilizce ın yazılış değiştirilmemiştir.Yabancı sözcüklerin orijinal imlâlarıyla yazılması, dilimizin sescil yazım geleneğine aykırıdır. Bu tutum, yabancı sözcüklerin dilimize girişini de kolaylaştıracaktır.



Sayıların Yazımı

Ülkeler arasında sayıların yazımıyla ilgili iki yol vardır:

Ondalık imi olarak ‘nokta’, ayırma imi olarak ‘virgül’ kullanan ülkeler: Britanya ve ABD

Ondalık imi olarak ‘virgül’, ayırma imi olarak ‘nokta’ kullanan ülkeler: Britanya ve ABD dışında kalan ülkelerin tümü.

Türkiye hariç. Çünkü Türkiye’nin ne yaptığı belli değil. Düne kadar ondalık basamakları virgülle ayırıyorduk; bugün bu konuda da Amerikanlaştık. Oysa yerimiz ve tutumumuz belirgin olmalı. Sayın Güney Gönenç’in de dediği gibi, 13 YTL + 25 Ykr, 13,25 YTL, yani virgüllü; pi sayısı: 3,1416 diye (virgüllü) yazılmalıdır. Eğer gerekiyorsa sayıların okuma basamakları arasında nokta kullanılabilir; bu basamaklar arada boşluk bırakılarak da yazılabilir. Türkiye’nin nüfusu 61.253.546 diye yazılabileceği gibi, arada boşluk bırakarak 61 253 546 biçiminde de yazılabilir.

Aynı şekilde depremle ilgili büyüklük, şiddet sayıları 7.2 ya da 5.3 gibi değil, 7,2 ve 5,3 biçiminde yazılmalıdır. Bu konudaki başıboşluğa kesinlikle son verilmelidir.

Feyza Hepçilingirler, Yıldızların Suya Döküldüğü



teşekkür ediyorum

“Hadi et bakalım, bekliyorum.” demek geliyor insanın içinden değil mi? Teşekkür etmeden teşekkür etmiş gibi olunmuyor mu bu kullanımla?

Şimdiki zaman kipi, çok geniş kullanım alanlarına sahiptir diye, öteki kipler yerine sürekli onu kullanmak öteki kiplerin kullanım alanlarını daraltır. Türkçeyi tek kip kullanan, ilkel bir dil haline getirmek istemiyorsak buna da dikkat etmeliyiz.

“Teşekkür ederim” yerine “Teşekkür ettim.” diyenlere de var. Bunlara da, “Ne zaman? Hiç duymamışım.” demek geliyor içimden.

Feyza Hepçilingirler, Yıldızların Suya Döküldüğü



sağ kurtarılmak

“Boğaz Köprüsü’nden atlayan genç, bir balıkçı teknesi tarafından sağ kurtarıldı.” Kurtarılmak sözcüğü “sağ, canlı” anlamını da barındırdığı için bu cümledeki “sağ” sözcüğü gereksizdir. Bu bağlamda ölü olan biri sağ olarak kurtarılamaz, ancak ölü olarak bulunabilir.

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



kuraklık / kuruma

“Beyşehir Gölü de kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya.” tümcesindeki “kuraklık” sözcüğü yanlış anlamda kullanılmıştır. Çünkü “kuraklık” sözcüğü araziler, toprak parçaları ve bölgeler için kullanılır. Su birikintileri için “kuruma” sözcüğü kullanılmalıdır. “Beyşehir Gölü de kuruma tehlikesiyle karşı karşıya.”

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



tarif etmek

“Kendimi insanlara yazar olarak tarif etmiyorum.” Yemek tarif edilir, bilinmeyen bir yer tarif edilir; ancak bir insanın kişiliği tarif edilmez. Bunun yerine “tanıtmak” sözcüğü kullanılmalıdır. “Kendimi insanlara yazar olarak tanıtıyorum.”

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



maruz kalmak

“Böyle iltifatlara maruz kalmak beni çok mutlu ediyor.” “Maruz kalmak” sözü, olumsuz durumlar için kullanılır. Güzel bir duruma hiçbir zaman maruz kalınmaz. “Böyle iltifatlar duymak beni çok mutlu ediyor.”

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



mücadele oynamak

“Ünlü boksör arka arkaya oynadığı 108 mücadelede birçok madalya alır.” Burada “oynadığı” sözcüğü yanlış anlamda kullanılmıştır. Çünkü “mücadele oynamak” diye bir kullanım yoktur. “Mücadele” sözcüğü “yapmak” ya da “etmek” sözcükleriyle birlikte kullanılır.

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



manavcılık

“-cı” eki meslek ismi türeten bir ektir. “Bakırcı, saatçi, gümüşçü, demirci...” örneklerinde olduğu gibi meslek adı türetir. “Manav” sözcüğü zaten bir meslek adı olduğu için bu sözcüğe “-cı” ekini getirmeye gerek yoktur.

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi



kötü bir kâbus

“Kâbus” zaten “kötü rüya” anlamına geldiği için “kötü” ve “kabus” sözcüklerini bir arada kullanmaya gerek yoktur.

Alper Bayındır / Uzun Lafın Türkçesi


Kaynak: www.turkcetopluluklari.net