20 Nisan 2008 Pazar

HAKKI DEVRİM'İN DİL YARESİ

Dil Yâresi
Bir petrol dağıtım şirketinin televizyon reklamında günlerdir, Türkiye'de herkesin bilemeyeceği Fransızca bir ad veya kelime değil, bir deyim kullanılıyor. Déjá vu diye yazılan, «deja vü» okunan deyimin niye «deja vu» telaffuz edildiğini de anlayamamıştım; gençler yardım etti de öğrendim, İngilizcede öyle telaffuz edilirmiş. Bu da ayrı bir tuhaflık! 
Sevimsiz görünmeye de gayret eden bir hanım oyuncu, Fransızca deyimi İngilizce söylemekteki acayipliğin de farkında görünerek, bastıra bastıra «DEJA VU» deyip duruyor. Bir Fransıza söyleseniz «Demek erkenden geldin» anlamını çıkaracaktır. 
Déjá vu (Okunduğu gibi yazılacak kadar benimsenmiş bir yabancı deyim değildir) teklifsizce kullanıldığında «özelliği olmayan, sıradan bir şey» anlamına gelir. Psikoloji terimi olarak anlamı «Daha önce görmüşlük duygusuna kapılma»dır. «Deja vü» imlasıyla izine yalnız, Mustafa Nihat Özön'ün Türkçe Yabancı Kelimeler Sözlüğü'nde rastlayabilirsiniz. 18.04.2008 / Radikal


Dil Yâresi
İtibar, «Saygı görme ve gösterme, önem verme ve verilme, hatırı sayılma» demektir. «İtibar etmek, itibar görmek, itibarı olmak, itibara almak, itibardan düşmek» diye yardımcı fiillerle de kullanılır. 
İade, «Alınan şeyi geri verme, gönderileni almayıp geri çevirme, eski durumuna gelme ve getirme» anlamlarına gelir. Etmek yardımcı fiiliyle «Geri vermek» anlamında söylenir. (Geri iade etmek, yazık ki sık rastlanan yanlışlardan biridir.) 
İade kelimesinin «Eski duruma getirme» anlamıyla yapılmış deyimler var: İade-i muhakeme («Yeniden yargılama»), İade-i ziyaret («Ziyarete gelmiş birine karşı ziyarette bulunma»), İade-i afiyet («Sağlığını yeniden kazanma»), İade-i itibar («Kaybedilen itibarın yeniden kazanılması ») gibi... 
Bu durumda Abbas Güçlü'nün «Köy Enstitüleri'ne iadei itibar verilmelidir» şeklindeki yazı başlığı (Milliyet, 15 nisan) doğru değildir. Bildiğim doğruysa «Köy Enstitüleri'ne itibarı iade edilmelidir.» denebilirdi. Söz konusu bir iade (geri verme)dir; mesela pâye verme'den farklı bir şeydir. 
* 
Türkçe dostlarından (Fehmi Serdar Karadadaş)
Sayın Perihan Mağden'in son yazısının başlangıç paragrafında yer alan bir kelimeyi size sormak istedim. Yazı «Sadık (ve müptezel) okurlarım hatırlayacaktır» diye başlıyor. Meydan Larousse bu kelimeyi «Bol bulunan, bayağı, değersiz, ucuz. Orta malı olmuş. Hor kullanılan» diye tarif ediyor. Ben Perihan Hanım'ın devamlı okuruyum. Onun bu kelimeyi anlamını bilmeden kullanmış olabileceğini düşünemiyorum. Nedir öyleyse? 
– Londra'daki bir konferansa katılıyordu. Telefonla konuşurken bunu da sordum. Ses parazitliydi. Anladığım kadarıyla müptela demek isterken müptezel yazmış. Müptela, bildiğiniz gibi «Kendini kaptırmış, tutkun, düşkün» demek; «Aşırı düşkünlük, tutkunluk» anlamındaki iptila'nın sıfatıdır. 16.04.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Tuba Sökmen sevgili bir okurum. Çocuğu için aldığı kitabı, «Allahtan ki önce ben okudum» diyor. 
Çocuk kitabının 49'uncu sayfasında görünce dehşete düştüğü kelime düpedüz bir küfür sözü. Gazete yazılarında da pek nadir rastlayacağınız. Günlük dilde bol bol söylenir. Yazmak istemiyorum. 
Rahmetli Oğuz Aral karikatürlerinde bile o kelimeyi, iki harf arasında yer değişikliği yapmadan kullanmaz ve «inbe» derdi. 
Okurum şikâyetinde haklı. Can Yayınevi benim de yabancım değil. Kurucusu rahmetli dostum Erdal Öz'dü. Şimdi Samiye Hanım ile oğulları Can'ın yönetiminde. Gözden kaçmış bu hatayı onlara söyleyebiliriz. 
Adresi vereyim: Can Çocuk dizisinden Manolito Benim Adım adlı kitap. Küfüre şu cümlede yer verilmiş: «Beni korumak için onu döversen bana inbe derler!» 
Kelime günümüzde küfür anlamına gelmez olduysa, bunu da öğrenmiş oluruz. 15,04.2008 / Radikal

Dil Yâresi
Bugün, Türker Bey dostumdan söz ederken düşündüm. 
Köşekadısı adı, «rahatına düşkün» anlamına da geldiği için herhalde, meslektaşlarımca benimsenmedi. Tahkir edici bir yanı var izleniminden bir türlü kurtulamadılar. 
Türker Bey vesilesiyle biliminsanı-köşeyazarı karmasından da söz etmiş oldum. 
Bu işin adı eskiden fıkra muharriri idi. Yeni nesiller yadırgamış olmalı ki, bu ad köşeyazarı diye değiştirildi. 
Ben, bir teklifte daha bulunmak istiyorum. 
Bir tarihte, insanoğlunun mucize yardımcısı girdi hayatımıza. Bizim telaffuzumuzla «kompiutr» veya «ordinatör» dedikleri. Bilgisayar'ı tercih ettik, pekâlâ da oldu. Yadırgamadan kullanıyoruz. 
Fıkra muharriri iken köşeyazarı'na dönüşen bu işin adını da, bir tur daha döndürüp BİLGİSAÇAR yapalım mı? 12.04.2008 / Radikal



Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Salih Omurtak)
Ahmet Hakan bugünkü yazısında «kıptiyozluk yapmak»' tan söz ediyor (Hürriyet, 9 nisan). Merak edenler oldu, ben dahil... Bu kelimenin aslı nedir? 
– Yardımcı fiil olarak yapmak ile birlikte kullanıldığını hatırlamıyorum. Sıfat olarak kullanılan, Rumca'dan dilimize geçmiş bir argo kelimedir. Sözlüklerde farklı yazılışları var, ki en yaygını kıtıpiyos'tur (Meydan Larousse, MEB Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Kemal Demiray, Ferit Devellioğlu, Mehmet Doğan, Redhouse.) Veya kıtipiyoz (TDK Türkçe Sözlük). Kıtıpiyoz (Ayverdi) şeklinde yazanlar da var. 
Benim evde işittiğim kıtıpiyoz'dur. Ahmet Hakan'ın imlasını ilk defa görüyorum. 
Kelimenin anlamına gelince: «Değersiz, işe yaramaz, bayağı, sünepe, düşük nitelikli, derme çatma, boktan künet» demek. 11.04.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Mediha Yaprak)
Güneri Cıvaoğlu, Canan Barlas'ın son kitabından söz ediyordu. Canan Hanım'ın hatıratıymış, adı «Ben Atlıhassas Hayata Dokunmak İstedim». 
Bu, atlı ases'in değişik bir şekli midir, yoksa imla hatası mı? Size sorayım, dedim. 
– İyi ettiniz efendim. Bilmeyenler vardır diye önce müsaadenizle, bu tarihî kelimenin anlamını söyleyeyim. Atlı ases, Osmanlı dönemi polislerinin adı olan ases'le yapılmış bir deyim; bu memurların yayası yanında atlısı da olurmuş. Mecazî anlamıyla atlı ases, «Çok gezip tozan, mahallenin beceriklisi, işgüzar, çaçaron, çok bilmiş kadınlara yakıştırılan sıfat»tır. 
Kitabı ben de henüz görmedim, ama gazetecilik görevimi de ihmal etmedim. Öğrendiğime göre Canan Hanım'a, deyimi değiştirerek atlı hassas adını takan annesiymiş. 10.04.2008 / Radikal

Dil Yâresi 
«Hoşnutsuz» diye bir sıfat var mı? 
Türkçe dostlarından (Ercüment Alan)
Türkiye-AB Parlamento Esbaşkanı Lagendijk, «Ak Parti'yi kapatma davasından son derece hoşnutsuzum...» demiş (Taraf, 5 nisan). 
Hoşnut olmak, hoşnut kalmak, hoşnut etmek şeklinde kullandığımız bu Farsça kelimeyi «hoşnutsuzum» şeklinde kullanabilir miyiz? Lagendijk'in sözünü «...pek hoşnut kalmadım», «...pek hoşnut değilim» şeklinde çevirseydik daha iyi olmaz mıydı? 
Bana biraz uyumsuz geldi. 
– Bana da! Bu konuda bir dilbilimci de söze karışıp, bizleri bilimsel açıdan aydınlatsa çok faydalanırız. Ben, dil konularıyla da ilgilenen gazeteci sıfatımla size cevap vermeye çalışayım. 
Sözlüklerimizin çoğu, sanırım «Olmalı!» gerekçesiyle hoşnutsuz diye bir sıfat bulunduğu iddiasında. Ben bu sıfatı kullanan birine hiç rastlamadım. Nitekim, altını çizdiğiniz cümle, okuyunca beni de irkiltti. 
Haklı olduğumuzu bilimsel olmasa da, uygulamadan faydalanarak anlatabiliriz sanıyorum. Sözlüklerin değişmez sualini tekrarlayarak. 
Şu anda beş sözlük var masamda, hoşnut sıfatının bulunduğu sayfaları açılmış durumda. Yaş sırasıyla Kâmus-ı Türkî (Şemseddin Sami), Türkçe Sözlük (TDK), Meydan Larousse (Meydan Gazetecilik), Örnekleriyle Türkçe Sözlük (MEB) ve Ayverdi Sözlüğü (Kubbealtı Neşriyatı). 
Beşinde da hoşnutsuzluk kelimesi madde olarak verilmiş. 
Hoşnutsuzluk (isim hâli) maddesinde, örnek cümleler de var: l «Ara sıra oturduğu yerde, Meclisin neşesine biraz aykırı kaçan hoşnutsuzluk sesleri çıkarır.» Reşat Nuri Güntekin (TDK). l «Bunu belli etmemeye çalıştığını sezdim, gülümsüyordu amma, bana bir hoşnutsuzluk çökmüştü.» Refik Halit Karay (Meydan). l «İki merkeze birden bağlı olmanın sebep olduğu entrikalar, iç harpleri, aşiret hoşnutsuzluk ve isyanları birbirini kovalar.» Ahmet Hamdi Tanpınar. Gene R. Halit Karay'ın yukarıdaki cümlesi. (Ayverdi). 
Buna karşılık, hoşnutsuz sıfatını madde olarak veren ve «hoşnut olmayan, memnun olmayan» diye tarif eden ilk dört sözlükte örnek cümle kullanılmamış. (Bence bulamadıkları içindir.) 
Beşinci sözlük, yani Ayverdi, gene bence doğru olanı yapmış ve hoşnutsuz sıfatına yer vermemişti. Güvenilir yazarlarca kullanıldığını örnek vererek gösteremediğiniz kelime ve o kelimeye yakıştırılmış anlam tarifi, geçerli sayılmaz. Kural budur. 09.04.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Resimaltına sığdırılmış bir haber; başlığı, «Folklorcüler de yarışacak.» (Sabah-Günaydın, 7 nisan). 
– Niçin folklorcular değil folklorcüler? «Cü» sesi «cu»dan daha kibar olduğu için mi? Sözlüklere, imla kılavuzlarına baktım: folklor (İngilizce'de folk [halk] ve lore [bilim] kelimeleriyle yapılmış), folklorcu, folklorculuk, folklorik, folklorist diye gidiyor. 
Yalnız başlıkta olsa dizgi hatası mı? diyeceğim. Değil! Haber metninde de folklorcü'ydü. 08.04.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Yazılarımız gecikiyor diye, Yazı İşleri gibi Melek de telaşlanıyor. Dün «Titizlenmek bilmediğiniz bir kelime mi Allah aşkına? Niye bir de sözlüğe bakıyorsunuz?» diyordu. 
Ne bileyim emin olmak için zahir! Çok kullanılan bir fiil değil. Maksadımı tam ifade ediyor mu, sualinin cevabını Şemseddin Sami'de bulup rahatladım: 
TİTİZLENMEK. f. «Titiz davranmak, huysuz olmak, bir şey beğenmez, bir şeyden memnun olmaz hale gelmek, bir şeyi zor beğenir olmak.» 
Durup dururken, «Sözlüğe bakmayı olmazsa olmaz bir alışkanlık haline getirin!» demiyorum, beni dinleyeceğini ümit ettiklerime. 04.04.2008 / Radikal



Dil Yâresi
Milliyet'in «Okur Temsilcisi» sayfasında bir okur şikâyeti: «Yol kenarına attılar» başlıklı haberi eleştiren Nalan Gacava, «Milliyet'ten böyle kötü bir başlık beklemezdim, diyor. Birincisi, kocasından boşanana dul değil, bekâr denir.» (Milliyet, 31 mart). Devamı var, bize lazım değil. 
Ombudsman Derya Sazak nedense okurun yanlışını düzeltmemiş. Sözlüklerimiz DUL kelimesinin anlamını şöyle tarif eder: 
«Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış (kadın veya erkek)». 01.04. 2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Ali Hekimoğlu)
«Marul»un okunuşunu internette araştırdıksa da, bir sonuca ulaşamadık. Çevremizde sorduklarımızdan farklı cevaplar alıyoruz. Size danışmak istedik. 
– Dilimiz, uzun ve kısa sesli harfler açısından da hayli karışık. Bu yüzden hatalar işliyoruz. Marul'u «a»yı uzatarak telaffuz edenler de, sanırım çoktur. 
Oysa marul Türkçe'mize Yunanca maruli'den gelmedir. (Bilimsel adı lactuca.) 
Yani «a» sesi uzun değil, kısadır. 29.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Hasan Özsan)
Sizin de hep söylediğiniz gibi «tane» şeylerin sayısını belirtir. Bu sebeple de «üç adam, iki öğrenci» gibi ifadeler saygısızlık sayılır; insanı eşya yerine koyduğu için. 
Bunda mutabıkız da, insanın sevdiklerine «Bir tanem» diye seslenişine ne diyeceğiz? 
– Bir tane deyimdir. Deyimlerde kelimeler, asıl anlamından farklı şeyleri ifade etmek için de kullanılır. Çok zayıf birinden söz ederken mesela, bir torba kemik deyimini kullanırız; elbette onu «torba» ve «kemik» diye niteleme niyetimiz yoktur. 
Karac'oğlan der merdâne / Güzeller içinde bir dâne / Zülfünü dökmüş gerdâne / Tarar nazlanı nazlanı, demiş Karacaoğlan. 
Bu örneklerde de olduğu gibi, bir tane deyiminin anlamı «Eşsiz, yegâne, benzeri olmayan» demektir. 28.03.2008 / Radikal



Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Aydın Cıngı)
Köşe komşunuz Gökhan Özgün bir alıntı yapmış; «Jean-Paul Sartre, özgürlükten kaçma, özgürlüğü reddetme arzusuna adı verir (mauvaise fois)», diyor. 
Yazar «iman, niyet vb» anlamlara gelen foi yerine, «kere, defa» anlamına gelen fois kelimesini yazmış. Kötü niyet'in Fransızcasını talep eden yok. İşgüzarlık edince bari doğrusunu yazmak gerekmez mi? 
Emre Aköz de Sabah'ta «Çok zorlandım, ama sonunda doğrusunu yazmayı öğrendim» diye, filozof Nietzsche'nin adını yazmış, ama gene de yanlıştan kurtulamayarak, sanırım «z» ile «c» arasındaki «s»yi unutmuştu. Çok sayıda okuru bu hatasının altını çizince de ertesi gün «Ben, bakalım anlayacaklar mı? diye okurlara bir tuzak kurmuştum» diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmıştı. 
Uyarınızı Emre Aköz'e iletmiş oluyorum. Gökhan Özgün adına da size teşekkür ederim. 27.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi
«Kıdemli, emektar, meslek büyüğü» demek dururken «Doyen» denmesinden rahatsız oluyorum. Şimdi Reha Muhtar'ın şu dediğine bir bakın Allah rızası için (Vatan, 22 mart): 
– «Türkiye'nin en duayen gazeteci-yazarı... (Evet, İlhan Selçuk'a iltifat için söylüyor.)
Ve Abdurrahman Dilipak'tan latifeye benzer bir cümle: «Oysa bugün Ak Parti'nin de, Türkiye'nin de ihtiyaç duyduğu en önemli şey ciddî bir muhalefetin yokluğudur...» (Vakit, 19 mart) 
Bu değişik düşünceyi, Ak Parti'nin gönüllü müdafîi olarak serdediyormuş. AKP bu hâle üzülür veya sevinir. Ama Türkiye'nin «ciddî bir muhalefet partisinin var olmamasına» niye ihtiyaç duyduğu anlaşılmıyor. 25.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Bir kere daha «Aşçı mı, ahçı mı?» meselesi 

Türkçe dostlarından (Yelda Aytuğar)
9 mart günkü yazınızda aşçı yerine ahçı kelimesini kullanmanız bizleri çok şaşırttı. Tahmin ediyoruz ki «eliniz sürçtü». Bu aşçı-ahçı ayırımını da bir yazınızda ele alırsanız seviniriz. AHÇI, «Ah çeken» anlamına gelmez mi? 
– Son sualinizden başlayalım, gelmez! İşitmedim ve bir sözlükte de görmedim. 
Aşçı-ahçı konusuna bu köşede daha önce de değinmiştim. Zaman geçmiştir, tekrarlayalım. 
Açın Şemseddin Sami'yi, her iki imlaya da yer verdiğini göreceksiniz: aşçı, aşçılık ve ahçıbaşı diye. 
Kemal Demiray, ahçı'dan aşçı'ya gönderme yapar. MEB Sözlüğü, Mehmet Doğan ve Ayverdi sözlükleri ve Büyük Larousse da öyle. TDK'nın Türkçe Sözlük'ünde de durum budur: ahçı bk. aşçı. Ömer Asım Aksoy'un ve TDK'nın imla kılavuzlarında keza. Anlam tarifleri AŞÇI'da verilir, ama AHÇI'dan AŞÇI'ya gönderme yapmaktan da geri durulmaz. İkili imla, ama bu kaynaklarda aslolan AŞÇI'dır. Yani buraya kadar siz haklısınız. 
Benim benimsediğim farkı galiba ilkin Meydan Larousse işaret etti. Bu sözlükte, yukarıda adını andığımız kaynaklardan farklı bir tavır takınılmış ve anlam tarifleriyle birlikte ayrı ayrı iki maddeye yer verilmiştir: AHÇI ve AŞÇI. (Daha sonra bu farkı Ali Püsküllüoğlu da benimsedi.) 
Bakın Meydan Larousse ne diyor: «AHÇI i. Kelimenin aslı ve doğru şekli AŞÇI olmakla birlikte, İstanbul ağzında ve dolayısıyla yazı dilinde AHÇI şekli yaygındır.» Meydan Larousse AHÇI'ya yer verir, ama AŞÇI'yı da ihmal etmez. 
* 
Benim tercihime gelince. İstanbul Türkçe'si bence dilimizin doruğunu temsil eder, önemlidir. Ben büyüdüğüm evde ahçı diye belledim bu kelimeyi; taşra kentlerinde ve esnaf çevrelerinde lokantacının adı aşçı idi; bu işyerlerine de aşevi denirdi, hâlâ da denir. 
Bu bahsi kapatmak için, benim gibi düşünmeyeceklerin karşı görüşlerine de peşinen cevap vereyim. 
Evet, kelimenin askerlik tarihimizdeki imlası da aşçı'dır, aşçılık'tır, aşhane'dir. Yeniçeri teşkilatında yemekten sorumlu subayın adı usta veya aşçı usta'dır. Bektaşî tekkelerinde aşçıbaba veya aşçıdede şeyhin veliahdı sayılır. Sarayda mutfak sorumlusunun sıfatı baş aşçıbaşı'dır. 
Yazarlarımızdan (da farklı) örnekler vereyim: l Aşçısı Mehmed'i her gün traş ettirir (Ömer Seyfeddin). l Biri yamak iki erkek aşçımız, üç hizmetçimiz vardı (Peyami Safa). l Bir otelin yanıbaşındaki pis ahçı dükkânından da karnını doyurmaya başladı (Nabizade Nâzım). l Kazandığı piç kimbilir ahçıdan mıdır, bağcıdan mıdır? (Hüseyin Rahmi Gürpınar). 
Andreas Tietze, AŞÇI'nın AHÇI'ya dönüşmesini «ş» ve «ç» seslerinin disimilasyonu («benzeşmezliği») ile açıklıyor. 
Bana sorsalar, İstanbul Türkçesi'nin müzikalitesi icabıdır, derim. 21.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Pınar Yolaçan genç bir tasarımcıymış. Afrika'da belgesel fotoğraflar çeken bir genç kadın. «Siyah tenlilerin yağlıboya portrelerine ve heykellerine rastlayamazsınız, demiş. Afrikalılar hep egzotize edilmiş bir şekilde belgelendirilir.» (Hatice Saka, 17 mart, Yeni Şafak.) 
Egzotik, Türkçe'ye çevrilmesi zor Fransızca (exotique) bir sıfat. Tahsin Saraç «Ülke işi olmayan, dış ülkelerle ilgili, yabancıl, yabansıl» diyor. «Eldışı» diye bir teklifi de var. Egzotizm (exotisme)'e karşılık olarak «Eldışılık, yabancıllık, yabansıllık» gibi tekliflerde bulunmuş. 
Türkçe Sözlük'e baktım: yabancıl var, «egzotik» karşılığı; yabancıllık da var, «egzotizm». Yabansıllık yok; yabansılık var, ki, «tuhaflık» demekmiş. 
Sözlüğe bakmadan bilemiyorum; hiç işitmediğim, kullanmadığım kelimeler. Mesela eldışı ve eldışılık kelimeleri Türkçe Sözlük'te de yok. 
Benim dikkatimi çeken asıl egzotik'ten üretilmiş egzotize etmek fiiliydi. Fransızca'da böyle bir fiil yok, diye biliyorum. Pınar ve Hatice hanımların bir bildiği varsa, lütfen beni de aydınlatırlar mı? (Yazı İşleri de benimsemiş kelimeyi, «AFRİKA EGZOTİZE EDİLİYOR» diye bir başlık bile vardı.) 19.03.2008 / Radikal



Adlar
Okurum Mehmet Batu'ya önce gözünüz aydın, diyeyim. Sonra şu sualine cevap vermeye çalışacağım: 
«Hocam merhaba! Bir oğlum oldu, adını Tuğberk koymak istiyoruz. Ancak bu adın anlamını bir yerde bulamıyoruz. Pazar akşamına kadar yardımcı olursanız memnun oluruz.» 
– Berk, «katı, pek, sağlam» demek; Tuğ, «sancak tepesine veya başa takılan at kuyruğu». 
Anlam kadar ses de önemli. Bu kelimelere komşu adları not ettim: Tuğhan, Tuğlu, Tuğrul (Bir av kuşu, unvan, erk ve güç sahibi), Berkay (berk ile ay), Berkcan, Berke veya Berge (sağlam, kamçı, kayısı-zerdali-şeftali, kanepe-seki ve Ortaasya'da soylu Türk adlarından biri), Berkin (sağlam, güçlü; Özbek adı), Berna (genç, civan. Erkek ve kadın adı.) Bilginize sunulur. 15.03.2008 / Radikal



Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Aygün Güdücü)
«Hafriyat» kelimesinin gazetelerimizde bile bu kadar yanlış yazıldığını bilmiyordum. İnternet-arama'da baktım, bu hataya düşmeyen gazete yokmuş gibi geldi bana. 
– Dediğiniz gibi hafriyat, Arapça hafr («toprağı kazma») kökünden türemiş bir kelime. Türkçe'de daha çok kullanılan harf kelimesini çağrıştırdığından olmalı, hafriyat yerine harfiyat diyenler çoktur. 14.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Bir okurum Hadi Uluengin'in yazılarında rastladığı imla hatalarını yazdı bana (Kemal Kırar). l Vaız veren, demiş. (Ya vaaz eden, ya da vaiz demeliydi.) l Hâttâ yazmış. (Hatta yazıyoruz.) l Bir yerde hâzin'e rastladım. (Böyle yazılan Arapça «Saklamak, korumak» anlamındaki hizânet'ten gelen ve «Hazine muhafızı» veya «Saklayan, koruyan kimse» anlamını veren ve evet «h»dan sonraki «a» uzun okunan kelimedir. Oysa Hadi Bey «Hüzünlü, kederli, acıklı» anlamındaki sıfatı kastediyor, ki hazin diye, «a» üzerinde şapka kullanmadan yazılması gerekir.) l Arzediyor'u bitişik yazmış. (hangi imla kılavuzunda bitişik yazılmış, diye baktım; ama nafile!) 
Bitişik yazan sözlük de var. 12.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Murat Akand)
«Kravat» mıdır, «gravat» mı? Doğrusuna bir türlü ulaşamadım. İnternette araştırdım. Kimi yerde «Gravat kelimesi yanlış yazılmakta ve söylenmektedir» notuna rastladım. Aksini iddia edenler de var. Size sorabileceğimi düşündüm. İnternette azımsanamayacak sayıda «gravat» çıkıyor. 
– Bir telaffuz güçlüğü söz konusu değil herhalde. «KR» ve «GR» ile başlayan kelimelerde bir sıkıntı hatırlamıyorum. Kramp, krater, kravl; grafik, gramer, granit, gravür... diyoruz pekâlâ. 
Biz kravat'ı Fransızca'dan almış olmalıyız. Onların da bu kelimeyi Hırvat'tan (Croate'tan) türettiklerini biliyoruz. Çıkışı Roma'dır. Bir de Hırvatların boyunlarından sarkıttıkları bir eşarp varmış. Fransızlar onlardan etkilenmiş. 
Üşenmedim on ayrı sözlüğümüze baktım. Şemseddin Sami'den Ali Püsküllüoğlu'na kadar, gravat diye madde başlığı açana rastlamadım. Yalnız Meydan Larousse, o da kravat maddesinde «gravat da denir» diye bir not düşmüş. 
Örnek isterseniz, işte size Sait Faik'ten bir cümle: Zenginliği mendilinin renklerinden, kravatının son modalığından belli. Ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın şu dizesi: Bu kravat ben bağladıkça güzeldir. 
Toparlarsak, kelimenin doğru şekli tereddütsüz kravat'tır. 11.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Salih Omurtak)
Okurum da benim gibi şikâyetçi; işi yazmak olanların bile sözlüğe ve imla kılavuzuna bakmak gibi bir alışkanlıkları olmayışından. Yanlış imla örnekleri veriyor: mustarip (?), ıstırap (?), muassır (muasır), muhattap (muhatap), eskaza (ezkaza). İlk ikisi benim kılavuzumun da benimsediği imladır. Diğerlerinin doğru yazılışını parantez içinde verdim. 
Ben telkin yazmıştım, kılavuzdaki gibi. Salih Bey TELKIN yazılır ve TELKIYN telaffuz edilir, buyuruyor. Buna katılmıyorum. 
Yaygın hatalara Şiar Yalçın'dan ilaveler yapabiliriz: mahsur (mahzur), mahsun (mahzun), şevkat (şefkat), ikâmetgâh (ikametgâh), zarârı (zararı), hîbe (hibe), tâbi (tabiî), küsür (küsur), kilot (külot), dinazor (dinozor), mütevazi (mütevazı), askeri, milli, dini (askerî, millî, dinî), silüet (siluet), hâkem (hakem)... 07.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Pınar Şahin)
«İmza sirküleri» ifadesi tekil midir? Tekilse, çoğulunu nasıl söyleyebiliriz? Tekili «imza sirküsü» mü olur? 
– Kısa cevabı: Fransızca circuler (sirküle) fiilinin bir anlamı da «yayılmak»tır. Bundan türetilmiş circulaire (sirküler) kelimesi «genelge, yazılı duyuru» anlamına gelir. 06.03.2008 / Radikal



Dil Yâresi
Benim de, imla kılavuzu işte böyle olur diyeceğim bir kitapcık yok elimin altında. Mevcudun iyisi budur diye, Ömer Asım Aksoy'un Ana Yazım Kılavuzu'nu tercih ediyorum. Direttiğim hiçbir şey yok, diyemem. Ama yüzde 99'a yakın oranda uyuyorum bu kılavuza. 
* 
Hadi Uluengin'in «Onur ve harekât» başlıklı yazısında dikkatimi çekti (Hürriyet, 1 mart).
Hâmaseti yazmış. Uzun «a» bir sonrakidir: hamâset. (Ömer Asım onu da kullanmaz.
İtirâf yazmış. Şapka ilk «i»nin üzerine konabilirdi: îtiraf. Kılavuz (Ö. Asım) hiç kullanmıyor.
Cevâz, diyor. O «a» uzundur evet. Kılavuz dikkate almıyor.
Uluengin acayip bir imla olarak lâf-U güzaf yazmış. Kılavuz lafügüzaf, diyor; lâfügüzaf yazan da var (Ayverdi Sözlüğü).
Zahir yazmış. Kılavuz da öyle. Sözlük zâhir, diyor. (Ben de şapkasız yazıyorum, ama «a» sesi uzundur.
İcât, yazıyor. Kılavuzda icat. Ama uzun ses «i»dir: îcat.
Meğersem, diyor. Ömer Asım ve bütün kılavuzlardaki imla meğer'dir; Farsça meger'den. Ve bağlaç olarak meğerse. Yalnız Mehmet Doğan'ın sözlüğünde meğersem'den meğerse'ye bir gönderme yapılmış. Yerel bir deyiş midir diye Derleme Sözlüğü'ne baktım: meğirsek, meğersek, mersek, meyirsek, meğrise, meğrime, meğerime var (İçel, Çorum, Kütahya, Eskişehir, Kastamonu, Kayseri yörelerinde), ama meğersem yok. 
Hadi Bey arkadaşımdan rica etsem: Kullandığı imla kılavuzu'nun adı, yazarı ve yayımcısı konusunda beni aydınlatabilir mi? 05.03.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Mehmet Mesutoğlu)
TGRT Haber'de (10 haziran 07 tarihli mektup) polisin bazı şüphelileri «kovalama sonucu» yakaladığı haberi verildi. «Yakalamaca» eğlenceli geçmiş demektir. 
Kovalamaca oyun adı değil mi? 
– Ben de öyle biliyorum. 01.03.2008 / Radikal



Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Refika Soyugenç)
Asım'da Mehmed Âkif'in bir beyti var. Karı kıvrak, Paşa Hazretleri şallak mallak / Biri hakkıyle edepsiz, biri şartınca salak, diyor. 
Buradaki şallak mallak tâbirinin anlamını çıkaramadım. Bir de şartınca zarfının ne demeye geldiğini. 
Size sorabilir miyim efendim, peşin teşekkürlerimle? 
– Emredersiniz efendim, bildiğim kadarını arza gayret edeyim. 
Refika Hanım, şallak ses taklidi (eskiden onomatope dediğimiz) bir kelime. Halk ağzında «çıplak» demek. Sıfat olarak «kılıksız, yüzsüz» anlamları da var. 
Şallak mallak ise bir deyim; «Açık saçık, fazlaca çıplak» anlamında söylenir. 
Şartınca zarfına gelince. Onun anlamı da «gereği gibi»dir.
Delinin eline değnek verme! 
Atasözleri, deyimler, tekerlemeler ve küfürlerden yana, Türkçe kadar zengin bir başka dil var mıdır acaba? Pek sanmam! 
Deli arlanmaz soyu arlanır. (Bu, anası babası pek beğeniyorsa, çocuğun deliliğiyle boşuna uğraşmayın, anlamına da gelir.) Bir başka deyim, Deliden al uslu haberi der halbuki. 
Bunlar da benzer hikmetlerdir: Deli dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun. (Mesel değil, keramet!) Ve: Deli ile çıkma yola, başına gelir belâ. 
Niye delilere takıldı aklım? Ben size, dün gelen bir okur mektubunu söyleyecektim. Çeşitli Avrupa ülkesinde dostları olan bir okurum. Yazdıklarını aynen aktarıyorum: 
– Vicdanî ret konusu uzmanlık alanım değil. Kısa süre önce Bask Bölgesi'nden İspanya vatandaşı bir arkadaşım, vicdanî retçi olduğu, askerlik görevini yapmayı reddettiği için 8 ay hapis yattı. Gene şu sırada Yunanistan'da bir arkadaşım «Ülkesinde vicdanî reddin o kadar kolay kabul edilmediğini» yazıyordu. İddia ettiği gibi, psikolojik açıdan askerliğe uygun olup olmadığının belirlenmesi için iki aydır bir psikiyatra devam ediyormuş. Ziyaretler dört ay daha sürecekmiş. Demek istediğim, bizim bu konuda ciddî bilgi noksanımız var. Bu düşüncemi ifade etmek istedim.» 
Okuruma yüzde yüz katılıyorum. Her konuda bir karara varmadan önce, insanlar bu alanda bizden önce ne yapmışlar, ne netice almışlar diye sorup cevabını almamızdan daha doğru ne olabilir? 
Mesela, Bülent Ersoy vasıtasıyla tellal çağırmadan önce de, bunu yapabilirdik. Hâlâ bir engel yok! Ve içine hanım kızımızın da karıştığı bir meselede doğru yolu bulma ihtimalimizin de yok olması gibi... 
Fazla uzatmayın ki, pek yakıştığı jüri üyeliğine yeniden dönebilsin! 29.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Gördünüz mü bilmem. Bugün gazetesi yazarlarından Mehmet Paksu, Cennet'te hangi dilin konuşulacağı meçhulüne aydınlık getirmiş. (Orada atlamışım ben, dünkü Vatan'da okudum bu önemli haberi. Dil ve diller konusuyla da ilgilenirim ya, üstünüze afiyet! Derhal davranup teemmül eyledim.) 
Bir hadis, «Cennet ehlinin konuştukları dil Arapça'dır» diyormuş. Bediüzzaman ise Mektubat'ta, «Farisî dahi ten sayılır» demiş imiş. 
Okurum Tevfik Sarıca, üşenmemiş telefonla beni aradı. Bu hususta ne düşündüğümü soruyor, merak etmiş: 
– O zat bize asıl, Eşek Cenneti'nde hangi dilin konuşulacağından haber verse! dedim. 23.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Okurum Melek Dener, «A üzerine şapka konur filan demeyin, türban tartışması zannederler» diye beni uyardı. Cevap verirken, gerçek bir dilci değilim, dedim. Cevaba cevap geldi: 
– Amacım sizi teçhil etmek değildi, deme nezaketinde bulunmuş. 
Gösterdim çevremdekilere, teçhil'i bilen çıkmadı. Arapça cahil'den gelir; «Bilgisizliğini yüzüne vurma» demektir. Bugünkü dilimizde karşılığını bulamadım. 22.02.2008 / Radikal



Dil Yâresi
Gazetelerde en çok ne okunur bilir misiniz? Haber ve yazı başlıkları. Bunların Türkçe'sine de özen göstermek lazım.
«Yıldırım: Hızlı büyüdük, ama halk hâlâ uçmaya aç.» (Hürriyet,20 şubat). 
– Şefkate susamış, denir. 
– Sevgi açlığı var, denir. 
Söyleyen Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım. «Aç»ın «Bir şeye çok istekli» diye, mecazî bir anlamı var. Ama «uçmaya aç» ifadesi güzel değil.
21.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Melek Dener Hanım okurumun kısa mektubu şöyle: 
«Geçenlerde bir gün şapka konusu ele alınmalı, diye yazdınız. Şu sıralar bu konuya hiç girmeseniz, bence iyi olur. Maazallah şapka konusu da gelip, türban gibi gündemin baş köşesine oturuverirse nasıl çıkarız işin içinden! Söz dönüp dolaşıp gene çarşaf laflarına kadar uzanabilir. 
«Tarihimizde, ne zaman siyasî bir kargaşa yaşansa dil ve imla kuralları çıkış yolu olarak kullanılmıştır. Bugün yaşanan da, dili gerçek dilcilere emanet edememekten kaynaklanan bir kargaşadır.» 
* 
Melek Hanım'ın, benim, «O gerçek dilciler meydana çıksa da benim gibiler ortalıktan çekilse!» dediğimi bildiğini umarım. 20.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Su içinde çekildiği belli bir fotoğraf. Altındaki haber şöyle başlıyor: «Kanada'daki Vancouver Akvaryumu yetkilileri 14 Şubat Sevgililer Günü'nde, 12 yaşındaki Qila adlı beyaz balinanın hamile olduğunu duyurdu.» (Star, 16 şubat). 
«Gebe» demeleri gerekirdi. Veya «Bir buçuk yıl sonra (öyleymiş) bir yavrusu olacak» diyebilirlerdi. 
Sözlüğe bakmayı demek akıl edemiyorlar, diye düşünerek ben bakayım, dedim. 
Gebe kelimesini Türkçe Sözlük, «Karnında yavru bulunan (Kadın, hayvan)»; Meydan Larousse, «Karnında yavru bulunan»; Ayverdi Sözlüğü, «Karnında yavru bulunan (dişi)» diye tarif ediyor. 
Hamile için dedikleri de şu: Türkçe Sözlük, «Gebe»; Meydan Larousse, «Gebe»; Ayverdi Sözlüğü, «Karnında yavru bulunan (kadın)». 
Gebe'yi üç sözlük de doğru tarif etmiş; evet, «karnında yavru bulunan» kadına da, hayvana da «gebe» denir. Hamile'nin ilk iki sözlükteki tarifi eksik ve bu haliyle yanlıştır. Çünkü dilimizde karnında yavrusu bulunan kadınlar için gebe, denir; eski bir kelimedir amma, saygılı bir ifade olarak «çocuk bekleyen kadın» anlamında hamile sıfatı kullanılır. 
Hayvanlar için hamile sıfatının kullanılması, bir şaka veya cicilik söz konusu değilse, bir gazete haberinde hem bilgisizliktir, hem görgüsüzlük! 19.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Semih Toksoy)
Siz yardımcı fiiller konusunda titizlenen bir yazarsınız. Bir şey sormak istiyorum size. «Ümit etmek» dendiği gibi «umut etmek» de denir mi? 
– Umut kelimesi Farsça ümit'in değişmiş şekli midir; yoksa, Türkçe ummak fiilinden mi türetilmiştir, diye bir tartışma vardır öteden beri. 
Yardımcı fiil konulu sualinize gelince. Ömer Asım Aksoy'un şu uyarısı, sualinizin tam cevabıdır. 
Aynen aktarıyorum. 
«Umut Türkçe bir kelimedir. (Yazar «sözcük» der.) Aynı anlamdaki Farsça ümit eskiden (Bence bugün de) etmek yardımcı fiiliyle (eylemciliğiyle diyor) birlikte ümit etmek biçiminde ve «ummak» anlamında kullanılırdı. Şimdi kimi yazarlar ümit'in Türkçe'sini kullanmakta, ama eski alışkanlıkla bunun arkasına bir de yardımcı fiil getirerek umut etmek demektedirler. 
«Dahası, kimileri Farsça ümit'in uzun söylenen «mi»si gibi, Türkçe umut'un «mu»sunu da uzatarak umût etmek diyorlar ve gülünç oluyorlar. Ummak dururken umut etmek demek, Türkçe'den sapmaktır. (O sapkınlardan biri de benim; «umarım yanında ümit ederim de diyorum.) Nitekim rica ederim yerine dilek ederim denilemez; dilerim denilir, diyor. (Ömer Asım Aksoy, Dil Yanlışları, Adam Yayınları.) 16.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Kubilay Ece)
Ama olmadı ki Hakkı Bey! «Dil Yâresi» derken, son cümlede «grup» yerine «gurup» yazmışsınız. Basit dizgi hatası olabilir, ama okurlarınızın yazdıklarınızı dikkatle okuduğunu bilmenin sizi mutlu edebileceğini düşündüm. 
Şapka meselesi de var. Ben kaldırılmamasından yanayım. 
– Uyarıya teşekkür ederim. Grup ve Kulüp kelimelerinde «U»yu bazen nereye koyacağımı şaşırırım da Melek düzeltir. Bu defa o da atlamış. (Bu kelimelerin Fransızcasında mâlum, «U» yoktur.) 
Şapka meselesinde kısaca diyeceğim şudur: noktalama işaretleri de dahil imla kılavuzumuzu baştan ele alıp kesinleştirme çalışmalarına hemen başlamalıyız. Gecikmekten de öte kötü durumdayız. Sıra, «Peki bu işi kim yapsın?» sualine geldi, değil mi? 15.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Entegrasyon, asimilasyon
Başbakan'ın, Köln Arena'daki konuşmasında kullandığı iki kelime, devam edeceğe de benzer tartışmalara yol açtı. 
Erdoğan, Almanya'da yaşayan Türklere, «Kimse sizden asimilasyon noktasında hoşgörü bekleyemez. Asimilasyon bir insanlık suçudur.» demiş; bizimkilerin Alman toplumuna ancak entegre olabileceğini de eklemişti. 
Başta Merkel, Alman siyasî liderleri bu tavsiyeden çok rahatsız oldular. Merkel, «Ben Almanya'daki Türklerin de başbakanıyım», deme ihtiyacını duydu. Hristiyan Sosyal Birlik Partisi Başkanı Erwin Huber «Erdoğan, Alman topraklarında Türk milliyetçiliği tavsiye etti» diye şikâyetlendi. 
Türkçe'ye Fransızca'dan alınmış bu iki kelimeye bir göz atmamız gerekti, gibi geldi bana. 
* 
Entegrasyon, daha büyük bir bütüne eklenme, katılma, demek. Dilimize çoğu zaman «birleşme, bütünleşme» diye de çevrilir. Tartışma açısından söylersek, «kendi kimliğini kaybetmeden, bütün içinde yer alma, onu benimseme» anlamına gelir. 
Asimilasyon, son yıllarda Türkçe'mizde «özümseme, özümsenme» kelimeleriyle karşılanıyor. Sosyolojik anlamıyla «Toplumsal bir gurubun içinde erime ve kaybolma»yı ifade eder. 14.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (İshak Çetin)
«Birisi, kimisi...» istisnai kelimeler midir? «Öğrencilerin kimi (kimisi) dediğimizde, kimi'nin ≈i∆ sesi tamlama kuran iyelik eki değil midir? İyelik eki üzerine bir iyelik eki daha gelir mi? «İ» sesi (biri dediğimizde) gene bir hal eki değil midir? Birisi deyince «si» ile bir iyelik eki daha eklemiş olmuyor muyuz? 
– Siz bana bilgili, tecrübeli bir dilbilimci muamelesi yapıyorsunuz. Durmadan tekarladığım gibi, değilim! 
Van'da, Caldıran-Altıyol İlköğretim Okulu'nda Türkçe öğretmeni olduğunuzu yazmışsınız. Size tavsiyem güvendiğiniz bir dilbilimcinin ders kitabını her zaman elinizin altında bulundurmanızdır. 
Benim bu konudaki elkitabım, Tahir Nejat Gencan'ın Dilbilgisi' dir (TDK yayını, 1971 baskısı.) 255'inci sayfasındaki notu size aktarıyorum. 
«Sıfatlıkla ilgisi bulunmayan, adıl (zamir) olarak doğmuşa benzeyen sözcükler (kelimeler) de az değildir: kimse, herkes, öte, beri, nesne, şey... gibi. 
«Kimi, kimisi kelimeleri de belgisiz adıl (belirsiz zamir) olarak kullanılır» diyor ve XVI. yy şairi Ruhi'den bir örnek veriyor: Dünya talebiyle kimisi halkın emekte / Kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte. 
Özet olarak Gencan, kimi ile kimisi arasında dilbilimsel açıdan bir fark görmemiştir. 12.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Demir Somuncu)
Dinleyiciler arasında devlet ileri gelenleri de varsa, kürsüde konuşan devlet adamı, ön sırada yer almış bazı seçkin misafirlerine: 
– Sayın Cumhurbaşkanım! Sayın Bakanım! Sayın Başkanım! Sayın Valim! Sayın Genel Müdürüm!.. 
... diye hitap etmezse bir şey eksik kalıyor galiba. 
Nedir bu Allah aşkına! 
– Cumhurbaşkanı Hazretleri, Sayın Başbakan!... demekten niye vazgeçildi. Hitabın sonuna bir aidiyet, bir samimiyet «m»si eklemenin anlamı nedir? Şayet apaçık dalkavukluk değilse... 
* 
Ben de size sorayım: 
– Generallere oldum olası «Paşam» deriz. Okulda hocalarımıza «Öğretmenim» deyişimizi hiç yadırgamayız. Peki Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Başkan, Müdür olunca o «m» yi niye yadırgıyoruz? 09.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Ahmet Çeviren)
Radikal'de Fransız bankası Société Générale'in adı, aksan işareti kullanılmaksızın «Societe Generale» diye yazılmıştı. Haberi yazan veya çeviren her kim idiyse, Générale'i herhalde Türkçe bir kelimeymiş gibi «generale» okuyarak ardına -ye diye ek bile getirmiş. «Generale'ye» okutmak üzere herhalde. 
Bu yanlışın düzeltilmesine aracılık eder misiniz, siz ki Fransızca biliyorsunuz? 
– Uyarınıza teşekkür ederek, istediğinizi yapmış oluyorum.
4 ocak tarihli Radikal'de manşet üstü başlık «Mevzubahis türbansa...» diye başlıyordu. Doğru imla «mevzubahis» midir, «mevzuubahis» mi? Ne dersiniz? 
– İmla kılavuzları ne diyor, diye başlıcalarına baktım. TDK'nın kılavuzu mevzuubahis, Ömer Asım Aksoy'un kılavuzu mevzubahis, diyor. Ben, Aksoy'un dediğini yapıyorum. Sadr-ı azam'ın sadrazam olması gibi, mevzuubahis de iki «u»dan biriyle helalleşmeye mahkûmdur, diye düşünüyorum. 08.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Recep Hilmi Tufan)
Aşağıda adresi yazılı blogumda tartışma konusu oldu. «Kelime haznesi» mi, yoksa «kelime hazinesi» demek mi doğrudur. Bir açıklama yapabilir misiniz? 
– Adresleri almadım buraya, ama sanırım blogu dediğiniz, bir internet terimi olarak blok'tur. Ya da bilmediğim bir terim. 
Sorduğunuz iki kelime araındaki farkı ayrıntıya girmeden, kısaca söylemek gerekirse, hazine «değerli şeyler ve bunların saklandığı yer» demektir; hazne ise «depo». Kelime hazinesi denir, çünkü kelimeler, yani dil başlı başına bir değer, bir servettir. Kelime hazinesi deyişini Meydan Larousse sözlüğü, «Bir dildeki kelimelerin tümü» diye tarif ediyor. 07.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Zeynep Boğa)
Ben de size «binaen» kelimesine dair bir şey soracağım: Binaen'den önce gelen kelimenin eki, ismin -e hali mi, yoksa -i hali mi olmalıdır? Yani «Konunun anlam ve önemine binaen» mi, yoksa «...önemini binaen» mi dememiz gerekir? 
İşimiz gereği elimizden çıkan resmî yazılarda tereddüde düştüğümüz hususlardan biridir. 
– Okurum, daha önce bu konuya değindiyseniz özür dilerim, diyor. Hayır! Veya hatırlamıyorum. 
Binaen («a» uzun) Arapça bir kelime; bina, «yapı, mimarî eser» anlamı yanında «inşa etmek» anlamına da gelir. Binaen, «Dayanarak, -den ötürü, -den dolayı» anlamlarında söylenir. 
Bir şeyi dayanarak değil bir şeye dayanarak dediğimiz gibi, «Konunun anlam ve önemine binaen» dememiz gerekir. 
Örnek isterseniz: 1. «Buna binaen hukuku mektube yahut mektup hukuk tabirlerini kullanabiliriz.» Ziya Gökalp. (Mektup'un bir anlamı da «yazılı, yazılmış»tır.) 2. «Sırf amelî bir endişeye binaendir ki mavi renge boyanmıştır.» Ahmet Haşim. 06.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Dilara Çelik) 

İbranoğlu soyadından hareketle İbran'ın anlamını araştırdım, fakat bir sonuca ulaşamadım. İnternet üzerinden yaptığım katalog taramasında «Vergi almakla görevli memur» anlamı var. Fakat bunun da dediğim soyadıyla bağlantısını kuramadım. 
- Ben, bu kelimenin ne anlama geldiğini bulmakta sıkıntı çektim. Sözlüklerde, İbranice yerine İbranca da dendiğine dair notlar var. Derleme Sözlüğü, kelimenin yerel bir anlamını veriyor: Konya yöresinde, buğday tarlalarında biten ve yenince baş döndüren bir çeşit yulafa, deli yulaf veya ibran denirmiş. 05.02.2008 / Radikal

Dil Yâresi
İki kısa cümle söylemek için, on televizyonun canlı yayın ekiplerini makamına çağıran Org. Yaşar Büyükanıt'tan bir cümle aktarıldı gazete okurlarına. Çoğuna göre Paşa bu cümlede malumun ilanı da demişti; bir kısmı deyimi doğru imlasıyla yazdı: malumu ilam diye. 
Ben cuma günü bu güdük mülakattan söz ederken, yanlış imlayı gene italik harflerle yazmış, hemen yanında parantez açarak doğrusunu da hatırlatmak istemiştim. Yazı uzun geldi, o parantezi bütünüyle çıkardık. 
Dün Radikal'de Hasan Celal Güzel değindi bu yanlışa. Evet, doğru yazılışıyla deyiş malumu ilam'dır. İlam, Arapça bir kelime. İlm'den («Bilmek, anlamak») gelir; «bildirme, anlatma» demektir. Hukuk terimi olarak da «Mahkeme kararını gösteren resmî belge». Malumu ilam da, Hasan Celal Bey'in dediği gibi, «Bilinen bir şeyi tekrarlama» anlamında bir deyiş. 
İlam yerine ilan demek hatadır elbette. Ama ilam kelimesi pek bilinmediği, ilan da oraya pekâlâ yakıştığı için, giderek bu malumu ilan şeklinde benimsenecek ve kullanılacaktır. Cumhur cemaat'e cümbür cemaat, Sultanahmet Camii'ne Sultanahmet Camisi dendiği gibi. 02.02.2008 / Radikal

Dil Yâresi 
Gazetecilikte haber başlıkları önemlidir. Dil açısından ustalık gerektirir de diyebiliriz. Bir adım daha atarak şunu da söyleyebilirim: bu başlıklar dilleri etkileyebilen örnekler olagelmiştir. 
Ustalık dediğim maharet de şöyle özetlenebilir: «Az kelimeyle ne demek istediğini anlatabilmek.» 
Elbette hepsinden önemlisi, haber başlıklarında da Türkçe'yi sakınabilmektir. 
Örnek diye, son günlerde not ettiğim iki başlığa bir göz atalım.
«Ege Denizi'nde ilk petrol kuyumuz 10 güne açılıyor, gözler komşuda» (Vatan, 17 ocak). Bence doğru ifade «on güne kadar»dır. «Ege'de» diyerek «kadar»a da pekâlâ bir yer açılabilirdi.
«City's'de alışveriş keyfi yapanın otomobili 100 YTL'ye park ediyor.» (Sabah, 19 ocak). Cümlenin öznesi olarak otomobil'i görüyoruz. Park etmek'ten anlaşılan, «Bir taşıtı belli bir süre kalmak üzere bir yere bırakmak»tır. Park eden de o taşıtı kullanan kişi. Taşıtlar park etmez, park edilir. Bu ifadeden, otomobilin sürücüsünü park ettiği gibi bir anlam çıkmıyor mu? 
Türkçe Sözlük, Çetin Altan'dan alınmış bir cümleyi örnek göstermiş. Tartışılabilir bir ifade: «Kamyonlar, pikaplar arka arkaya park etmiş duruyorlardı yan sokaklarda.» diyor Çetin. Bana kalırsa şöyle demeliydi: «Kamyonlar, pikaplar arka arkaya park edilmiş duruyordu yan sokaklarda.» 
Başlıkların Türkçesini konuşuyorduk. Hatalar daha çok yer darlığından ileri gelir. Adlandırmalarda bu ihtiyaç da göz önünde bulundurulmalıdır, iddiasındayım ben. Pek de yeni olmayan millet ve vekil kelimeleriyle 12 harfli milletvekili adını imal ettik. Zamanla, beş harfli mebus kelimesinin karşılığı olarak beş harfli vekil (ki «bakan» demektir) kullanılır oldu. TDK ne yaptı bu durumda? Sözlüğündeki milletvekili tariflerine vekil, vekil tariflerine de milletvekili anlamını ekleyerek, işin içinden çıkmış göründü. 
Bu yapılan kargaları bile güldürmez; belki gülümsetir. 01.02.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Fahrettin Arıcı)
Başbakan Erdoğan özellikle Grup konuşmalarına, dinleyicileri «En kalbî duygularla» selamlayarak başlıyor. Kalbî sıfatı «Kalple ilgili, kalbe ait» demek değil midir? 
– Kalbî sıfatının ilk anlamı, evet «Kalple ilgili»dir. Ama bu sıfatın mecazî bir anlamı olduğunu da biliyoruz: «İçten gönülden gelen» anlamında da söylenir, kalbî duygularım, denir. 
Bunu bilmeyişinizi yadırgamam, günümüzde sık kullanılan bir sıfat değil. Bunun yerine «İçten, gönülden» diyoruz. 
Benim zihnimde kelime daha çok, tıp terminolojisindeki emrâz-ı kalbiyye tamlamasıyla kalmış; «kalp hastalıkları» demektir. 
Ben, bir kelime eskidi diye, onu büsbütün unutmayı, artık hiç kullanılmaz duruma düşürmeyi doğru bulmuyorum. Bu tutum, eski metinlerle tamamen kopmamız anlamına gelir, ki yanlıştır. Aksini zaman zaman ben de yaparım. Eskiyi toptan unutma yanlısı olanlar anlamayıversin, diyerek. 30.01.2008 / Radikal



Dil Yâresi
Atillla H. Aktürk Almanya'dan yazıyor. Yeğeninin kızı olmuş. «Büyükamca oldum. Ama yeğenimin kızına nasıl hitap edeceğimi bilemiyordum. Kelime icat ettim, TOYEN diyorum; torun ve yeğen'in karışımı. Bence anlamlı. Okurlarınıza da duyurursanız memnun olurum.» 
– Duyurdum elbette. Ama benim bir itirazım var. Türkçe'de rastgele ve çok kullanılan DUAYEN kelimesini çağrıştırıyor. 26.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Nuray Mert, «Paralı üniversite ezberi» başlıklı yazısında «...bedava üniversite üzerine dökülen diller konusunu, daha önce mevzu etmek fırsatı bulamadım» diyor (Radikal, 24 ocak). Mevzua girmek, denir. Mevzu etmek dendiğini ben bilmiyorum. Mevzubahis etmek denir bir de... 
Aynı cümlede, konu'dan iki kelime sonra mevzu denmesi de hoş olmamış. 
«Liberal solun savrulduğu yerden verdikleri ilk sesler değil», diyor (aynı yazı). Çoğul gerekmez; doğru olan «solun verdiği ses» demektir. Ses vermek, «Cevap vermek, yankı uyandırmak, müzikte gerekli ilk sesi çıkarmak» anlamlarında bir deyiştir; sesler vermek demenin gereği yok. 
«Eşit bir dünya kurma hayalinden istifa ettikleri çok açık...», diyor. 
Bir işten istifa edilir. İnsanın kendi kurduğu hayalden istifa etmesi, bu da bir «hoş deyiş» denemesi midir?
Murat Yetkin'in köşesinde bir başlık dikkatimi çekti: «Kılıç: İhsas-ı rey yapmam» (Radikal, 24 ocak). 
Metinde, bu ifadenin Anayasa Mahkemesi Başkanı'na ait olduğuna dair bir not yoktu. Bir yardımcı fiil hatasıdır. İhsas-ı rey (ki «Düşüncesini belli etme, bir şekilde açığa vurma» demektir) ile birlikte kullanılacak fiil yapmak veya etmek değil, bulunmak'tır. «İhsas-ı reyde bulunmak» denir.
Televizyonda yayımlanan bir UFO (elektrikli soba) reklamı. Yaşlı bir hanım elinde bastonu, balkona çıkarken, spiker devam ediyor: 
«Yaptığımız bekleyişler...» diye. 
Yaptığımız bekleyiş denmez ki. Benzin bitiş yaptı, çocuklar okuldan geliş yaptı... da denmeyeceği gibi «Bekleyişlerimiz» demek yeterdi. 25.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
«Radikal ile AA'nın işbirliği» başlığı altında, bir haberdeki Türkçe hatalarından söz etmiştim. Yargı konulu bir haberdi. Bir kadının evlenme vaadiyle aldatılıp aldatılmadığı konusundaki çelişkili kararları konu edinmiş bir haber. 
Radikal ses vermedi. Anadolu Ajansı İç Haberler Müdürü Serdar Doğan Bey'den bir mektup aldım. 
«Yerel mahkeme kadını haklı buldu, yargı bozdu» ifadesindeki hata, sanırım gazetenize aittir, diyor. «Hakların halele uğraması» ve benzeri ifadelerinse tırnak içinde verildiğini, çünkü Yargıtay karar metninden aynen alındığını söylüyor. «Yargı kararındaki ifadeleri değiştirmek, bizi yargı organları nezdinde zor durumda bırakır» diyor. 
Evet, ben tırnaklara dikkat etmemekle hata işlemişim. Ajanstan özür dilerim. Hâkimlerimize de derim ki, yargı alanında hukuk kadar, dil kurallarına da özen göstermelisiniz! Bana gelince; sırtımda yumurta küfesi var, Türkçe'ye kötü muamele eden kim olursa olsun, hatanın altını çizerim. 19.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Ersin Kaya)
Prof. Emre Kongar Yorum Farkı'nda (NTV, 16 ocak) Mehmet Barlas'la tartışırken, Demirel'in ürettiği «anayasal vatandaşlık» kavramını atlı süvari gibi, Bâbıali yüksek kapısı gibi fuzulî tekrarlamalara benzetti. Bir anlam veremedim. 
– Vatandaşlığı tarif eden kanun «Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir» diyor. Hangi kanunumuzdur bunu diyen? Anayasa'mız! Kongar haksız mı? 18.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Bitkisel hayata girmiş anasının karnındaki yavrudan «çocuk» diye söz etmeye çalıştığımızın, farkında mısınız? 
Benim ilk aklıma gelen kelime, Arapca'dan aldığımız cenin oluyor; «Ana rahmindeki çocuk» demek. Çoğunuza yabancı gelecek diye kullanmak istemiyorum. Ben kullansam da yaşatılabilecek bir kelime değil zaten. 
Yenilemek istediğimiz dilde (Türkçe'de isimden isim yapan -t eki olmadığı halde) dölüt teklif edilmiş. Bunu da ben hiç mi hiç sevmedim ve benimseyemedim. Bırakın beni, dikkat ettim ana rahmindeki çocuktan dölüt diye söz edene de rastlamadım. 
Arz-ı hal ederim! 15.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (İrfan Ömür)
TDK'nın internet sitesinde fiks menü'nün anlamı «Tek liste» olarak verilmiş. Menü kelimesi ayrı bir madde olarak var, ama fiks'e sözlükte hiç yer verilmemiş. Bu sizce de saçma bir durum değil mi? 
– Dik âlâsı! «Tek liste» tarifi de anlamsız. Gene Türkçe Sözlük'te alakart kelimesi var, «seçmeli yemek» diye tarif edilmiş. «Yemek listesinden seçerek» diye, alakart'a bir açıklama da getirilmiş. 
Bence fiks menü dediği de, alakart'ın karşıtı olan yemek listesidir. Lokanta daha elverişli fiyatla sabit bir yemek listesi yapmıştır. Ya bunu istersiniz, ya da listeden beğendiğiniz yemekleri (alakart) seçersiniz. Yani fiks menü'den maksat aslında daha ucuz, ama lokantanın düzenlediği sabit bir mönüdür. 

(Muhsin Boz)
İki üç ay önce tavsiye ettiğiniz sözlük hakkındaki bilgileri bir yere not etmiştim, notu kaybettim. O günkü gazeteyi bulma imkânım da yok. Bilgiyi tekrarlar mısınız? 
– Benim kısaca «Ayverdi Sözlüğü» dediğim eserin tam adı Misalli Büyük Türkçe Sözlük'tür. Bir adı da Kubbealtı Lugatı. Kubbealtı İktisadî İşletmesi tarafından yayımlandı. (Peykhane Sokağı No.3, Çemberlitaş-İstanbul. Tel. 0 212 516 25 56) 
Kitapçılarda da bulabilirsiniz. 3 ciltte 3 550 sayfalık bir sözlük. Ciltli. Aradım, fiyatına dair bir bilgiye rastlayamadım. Hatırladığıma göre 100 YTL'nin üzerindeydi. 12.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
Ben dün, bir okurumun uyarısından yola çıkarak, Mehmet Ağar'ın «Millete küsmek bizim eşref'imizde yoktur» sözündeki eşref kelimesinin ne anlamda söylenmiş olabileceğini izaha çalıştım. Zorlandım daha doğrusu. Çünkü Mehmet Ağar olmadık laf edecek biri değil. 
Hüseyin Movit dedi ki: 
– Ben Mehmet Ağar'ı o konuşmayı yaparken dinledim. Kullandığı kelime eşref değil meşrep'ti. 
– Emin misin Hüseyin Bey? 
– Eşref dese ben yazmaz mıydım ağabey! 
O taktirde mesele kalmadı demektir. Meşrep geniş anlamlı bir kelimedir: «Yaratılıştan gelen huy, tabiat, karakter, mizaç» ve «Hayat tarzı, davranış biçimi, gidiş, yol, meslek» demek. 
Yani efendim meşrep, Mehmet Ağar'ın yerli yerinde pek güzel kullandığı bir kelimedir. Ziya Paşa'nın, Pek rengine aldanma felek eski felektir / Zira feleğin meşreb-i nâsâzı dönektir beytindeki meşrep. (Nâsâz da «Uygunsuz, ters, kötü» demek.) 
«Hoppa, oynak, serbest tavırlı; yaşama tarzı içinde yer aldığı toplumun ahlâk anlayışına sığmayan» anlamındaki hafifmeşrep sıfatını bilmeyeniniz yoktur herhalde. 11.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Yaşar Kitapçı)
Sizin Türkçe katili dediğiinz yazarın çeşitlemeli (Hani müzikte varyasyon diyegeldiğimiz) yazı üslubundan ben, çok zevk alıyorum. 
Ressam için renkler, bestekâr için sesler ne demekse, yazar için de kelimeler, çeşitlenerek, gereğinde hatta değiştirilerek farklı tınılar ve anlamlar elde etmeye de yarayan malzemedir; hiç söylenmedik, işitilmedik, düşünülmedik anlamlara götüren araçlardır. 
Meğerki yazar usta, okur seçici ve biraz da değerbilir olsun. 
10.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
«Sevgili Üstadım, diyor Hüseyin Movit dostum. Önsöz'ün eski adı mukaddime değil mi?» 
Pazar günkü yazıda ben, mukaddime yerine mukaddeme imlasını tercih etmiştim, onu işaret ediyor; anlam yanlışlığı değil, söz konusu olan. 
Daha çok mukaddime diye yazıldığını biliyorum, belki de ben de öyle yazmışımdır. Bu sefer, dur Ömer Asım Bey'e bir bakalım, dedim. Ben mümkün mertebe onun imla kılavuzuna uymaya çalışırım. 
Diğer sözlük ve kılavuzlarda üç tercihe de rastlayabilirsiniz. 1. Mukaddeme yazanlar (Ömer Asım gibi). 2. Mukaddime yazanlar. 3. Birini seçerken diğerine de göndermede bulunanlar. 09.01.2008 / Radikal

Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (İdil Kavakçı)
Haluk Şahin «Biz Kuzey Ege'de çupra deriz, ama bakıyorum diplomatik ağızda çipura tercih ediliyor.» diye yazdı (Radikal, 2 ocak). İki şekilde de (çipura ve çupra balığı) yazılıyor. Bir de «diplomatik ağız» mı var? 
– Diplomatik ağızdan maksat, kelimenin Kardak Krizi haberlerinde son günlerde çok kullanılmış olmasıdır, İdil Hanım. 
Çipura-çupra ikilemine gelince. Ben üşenmedim, elimin altındaki kaynaklara baktım. Durum şudur:
Çipura'yı alan, çupra'ya hiç yer vermeyenler var: MEB (Bakanlık) sözlüğü, Meydan Larousse ve Dictionnaire Larousse, D. Mehmet Doğan, Ali Püsküllüoğlu ve Ayverdi sözlükleri.
Çupra'yı alan, çipura'ya yer vermeyenler var: Ömer Asım Aksoy imla kılavuzu, Kemal Demiray, M. Bahaettin Toven (TDK baskısı) ve Çağbayır sözlükleri.
Hem çupra'ya, hem de çipura'ya yer veren de var: Türk Dil Kurumu sözlüğü (Türkçe Sözlük) ile İmlâ Kılavuzu ve Büyük Larousse. 
Öyle yazmış, böyle yazmış diye birbirimizi kınayacak halimiz mi var, İdil Hanımcığım! 08.01.2008 / Radikal


Dil Yâresi
«Sarkozy kadınsız siyaset edemiyor» başlığı dikkatimi çekti, haberi okudum (Radikal, 4 ocak). 
Siyaset etmek eski bir deyiş, «Cezalandırmak», hatta «idam etmek» anlamında kullanılırmış. «Siyasetle uğraşmak» anlamında siyaset yapmak denir. («Hayır, biri ticaret, biri siyaset yapıyor» der, Falih Rıfkı Atay.) [İlk defa değil. Siyaset kelimesini bu yıl burada, iki kere daha ele aldık. Türker Alkan Bey Dostum da köşesinde anlattı bir kere. Eeee?] 
Dış Haberler imzalıydı yazı. Feminize etmek denir mi Türkçe'de, «Kadınlara da yer vermek» anlamında? Fransızca féminiser, «Kadınlaştırmak, dişileştirmek» demek. Se féminiser, «kadın sayısını artırmak» anlamında da söylenir. Türkçe'de feminizm, feminist kelimelerini kullanıyoruz. Ama yabancı dilden kelime alırken, bütün bir kelime ailesini de benimsemekten kaçınmamız gerekmiyor mu? 
Nişan «Fransız sivil ve askerlere veriliyor» (Sivillere ve askerlere veriliyor» Fransız demeye lüzum var mı?); «Listeyi geri çevirirken, yarısının kadınlardan oluşturulmasını istedi» («..., adaylardan yarısının...»); «Zaten iki ay rötarlı giden Ordre Nationale du Mérite'in listesi...» («Zaten gecikmiş olan adaylar listesi»); «Sarkozy'nin mazeretsiz cinsiyet eşitliğine riayet edilmesini istediği belirtildi» (Tam anlamadım, sanırım «Sarkozy, eşit sayıda kadın ve erkek aday gösterilmesi konusunda mazeret tanımam» demiş olmalı.) 
Haber önüme gelse, ben bu cümlelerde neleri düzeltirdim, diye sordum kendime. Cevabı da yukarıda yazdım. Dış Haberler'deki genç meslektaşlarımın alınganlık etmeyeceği ümidiyle. 05.01.2008 / Radikal

Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Mithat Egeli)
Aynı şeyi sivil yapınca hareket, asker yapınca harekât oluyor. Niye? 
– Ayverdi Sözlüğü'nde HAREKET'in nüanslarıyla on ayrı anlamı verilmiş. Örnek cümle açıklamalarıyla birlikte. 
HAREKÂT, malûm hareket'in çoğulu, «hareketler» demek. Cenap Şahabeddin «Sâkit (susan) dudakların harekâtında gizlisin» derken, kelimeyi bu anlamda kullanmış oluyor. 
Ama harekât'ın askerlik terimi olarak, biraz kapsamlı bir anlamı daha var: «Askerî birlikler tarafından belli bir amaçla yapılan yürüyüş, çarpışma, çevirme, kovalama, manevra gibi savaşla ilgili her türlü faaliyet.» 04.01.2008 / Radikal

Dil Yâresi 
Türkçe dostlarından (Salih Omurtak)
Rahmetli ninem «Sineğin kanadından yağ çıkarmaya çalışanlar»dan söz ederdi. Sineğin kendinden çıkarılacak bir şey var (Kan mesela), ama kanadından bir şey çıkaramazsınız. Kanadından demek daha uygun gibi geliyor bana. 
Bir de bugünkü yazınızda «şehir eşkiyası» demişsiniz; eşkiya'daki «i» değil «ı»dır, diye biliyorum. 
– Deyimleri kaynaklarda belirlendiği gibi kullanmaya ben özen gösteriyorum. Yöreden yöreye, evden eve, kişiden kişiye değişen söyleyişler de oluyor. «Ağzına ...» ile yetinmeyip, «Ağzına salıncak kurup sallanır sallanır ondan sonra...» diye de edilen küfür gibi. Bırakın kaynakları, bu deyimi kullanırken kanattan söz edene rastladığımı da ben hatırlamıyorum. 
Eşkiya'da haklısınız. «I»nın üzerinde nokta yoktur. Benim eserim mi, dizgide mi olmuştur bilemiyorum, ama hatadır. Teşekkür ederim. 03.01.2008 / Radikal



Bu bölümdeki yazılar Sayın Hakkı Devrim’in Radikal Gazetesi’nde yayınladığı yazılardan alınmıştır.

Hiç yorum yok: