19 Nisan 2008 Cumartesi

TÜRKÇE ve DİL DEVRİMİ

HARF DEVRİMİ (1 KASIM 1928)

Türkiye Cumhuriyeti Yazısını Niçin Değiştirdi?

Türkiye Cumhuriyeti beşinci yılını doldurur ve birbiri arkasına devrimler yapılırken Mustafa Kemal ve arkadaşları ekin devriminin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar. Çünkü genç cumhuriyete, Osmanlı İmparatorluğunun kalıtı olan Arap abecesi türlü sorunlar yaratmaktadır. İmparatorluk, yüzyıllarca Arap abecesini kullanmıştır. Bu abece, doğallıkla bükünlü bir dil olan Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir; Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte; h, k, s gibi kimi ünsüzler için birkaç ayrı harf kullanılmaktadır.

Arap abecesi, ayrıca dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizgedir. Okuryazar olmayan halk, bu abeceyle yazılmış tüm kitaplara, gördüğü her basılı kâğıda inanç penceresinden bakmakta, kutsal kitap yazısıyla yazılmış her şeyi âdeta kutsallaştırmakta; bu nedenle salt okuma yazma bilmek bile dinle ilişkilendirilmekteydi. Okuryazar olmayan halk, dilekçesini, mektubunu yazmaktan yoksundu, eski yazıyı bilenlerin yönlendirmesine açıktı.

Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır. Kaldı ki cumhuriyet öncesi yazı ve dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışmalara yol açmıştır. Mustafa Kemal'in yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir.

Bu kurulda dokuz üye bulunuyordu. Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanloğlu'ndan oluşan kurul çalışmalarını kısa zamanda tamamladı.

Mustafa Kemal, yeni abeceyi Dilci İbrahim Necmi Dilmen'den öğrenmiş, 4-5 Ağustos 1928 gecesi Başbakan İsmet İnönü'ye yeni harflerle mektup yazmıştı. 9-10 Ağustos akşamı Sarayburnu'nda düzenlenen bir dinletide Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün yeni harflerle yazdığı açıklamayı yüksek sesle okudu:

"Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan bu yana kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak, bunu anlamak zorundasınız. Anladığımızın belirtilerine yakın gelecekte bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle inanıyorum."

Atatürk, aynı gece Sarayburnu'nda halka şunları söylemiştir:

"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek... Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."

Atatürk, yazıyı değiştirecek devrimi anlatabilmek için hemen yurt gezilerine başladı. Birçok yerde tahta başında yeni harfleri yazdı, yazdırdı; yeni yazıyı tanıttı, bu yazının ne denli kolay öğrenilebileceğini belirterek her konuda olduğu gibi bu işte de ulusuna öncü oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk abecesini kabul etti. Yeni abecenin bütün ulusa öğretilmesi, "Millet Mektepleri" (Ulus Okulları) denilen, bir bakıma ülkedeki ekin devrimini hızlandıran kurumlar aracığıyla sağlandı.

Mustafa Kemal Atatürk'ün, 1 Kasım 1928'de TBMM'yi açarken söylediği şu sözler, Harf Devrimini ve önemini çok iyi tanımlamaktadır:

"Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlıbaşına bir geçit olacaktır.

Yeni Yazı, Eski Dile Ayna Tutuyor

Yeni yazı, bir gerçeği gözler önüne sermişti. Bu yazıyla Osmanlıcayı oluşturan yabancı sözcükleri, tamlamaları yazmak, yazım birliği sağlamak kolay olmuyordu. Yazı Devrimi, bir bakıma dile ayna tutmuş, Türkçenin üzerinden kalın bir perde kalkmıştı sanki. Başka dillerden, özellikle Arapça ve Farsçadan akın eden, bu dillerin yapısına uydurulmaya çalışılarak yapılan uzunlu kısalı, anlaşılması zor "terkipler"in, her biri başka başka yazılan batı kaynaklı sözcüklerin boyunduruğu altındaki Türkçe tanınmayacak durumdaydı. Kuşkusuz Osmanlıca, yüzyıllar süren bir imparatorluğun diliydi; bu nedenle yadsınamazdı; ama kendi benliğinden çok uzaklaşmış bir dille genç cumhuriyetin bilimsel, sanatsal yaratıcılığının ortaya çıkarması, düşünsel üretimin hızlanması, bütün bilim, sanat, teknik kavramların karşılanması da olanaksızdı.

Mustafa Kemal, dilin de yenileşmesi gerektiğini yakın çevresine açıklamıştı. Yazı Devrimini gerçekleştiren "Dil Encümeni" dağılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı içinde bir birim olarak dil işleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Yazım (imla) konusu, bu kurulun çözmesi gereken ilk sorundu, nitekim "Dil Encümeni" ilkin "İmla Lügatı" (1928) adıyla bir yazım kılavuzu hazırladı. Arkasından "Türk Söz Kitabı" adıyla sözlük hazırlığına girişildi. Ancak hem kurul üyeleri arasında anlaşmazlık vardı, hem bu anlaşmazlıklar TBMM kürsüsüne dek uzanıyordu. Bu kurulun dilin yenileşmesi için sağlıklı çalışamayacağı, siyasal erkin dil işlerine sık sık karışacağı belli olmuştu; nitekim 1931 yazında Milli Eğitim Bakanlığı ödeneğini kesince, Dil Encümeninin çalışmaları son buldu.

DİL DEVRİMİ (12 TEMMUZ 1932)

Dilde Devrim Yapmak Bir Zorunluluktu

Türkiye Cumhuriyeti'nde uluslaşma sürecini tamamlayan Türk Devriminin ya da Atatürk devrimlerinin en önemli basamaklarından ilki cumhuriyetin kuruluşundan dört yıl sonra yapılan Harf Devrimi, ikincisi de cumhuriyetin kuruluşundan dokuz yıl sonra yaşama geçen Dil Devrimidir. Dilbilimci-Yazar Prof. Dr. Tahsin Yücel, Yazı Devriminden Dil Devrimine uzanan süreci şöyle anlatır:

“Cumhuriyetten önce Türkiye’de okuryazarlığın bile herkesin erişemediği bir ayrıcalık olarak kaldığı, yurt çapında bir ulusal eğitimin varlığından söz etmenin güç olduğu göz önüne alınınca, örneğin üçgen, dörtgen, açı gibi terimlerin bile eski karşılıklarının ne Türkçeliklerinden söz edilebilirdi, ne Türkçeleşmişliklerinden. ‘Bunların hiçbir karşılığı yoktu’ demek daha doğru olurdu. Ama Türkçe de bütün diller gibi sonsuz sayıda bildiri üretmeye elverişli bir dizge olduğuna göre, yeni gereksinimleri kendi olanaklarıyla kendi kaynaklarından sağlamasından daha doğal bir şey olamazdı. Bunun için büyük Atatürk’ün söylediği gibi, onu ‘bilinçle işlemek’ yeter, bilinçle işlenebilmesi için de genellikle yazıyı sözden üstün tutma alışkanlığında olan aydınların onu bir yazı dili olarak somut biçimde algılayabilmelerini sağlamak gerekirdi.

Bu açıdan bakınca, Yazı Devriminin Dil Devriminden önce başlatılması gerçekten derin bir sezginin, gerçekten derin bir dil duygusunun belirtisidir. Atatürk, ‘Bizim zengin, uyumlu dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir’ derken, öncelikle dilsel bir gereksinimi vurgular, ulusumuzun ‘güzel ve soylu diline kolay uyan’ bu aracın bizi ‘az emekle, kısa yoldan’ kurtaracağını söylediği ‘bilisizlik’ de aynı zamanda dilsel bir bilisizliktir. Hiç kuşkusuz başka yararları da vardır Yazı Devriminin, okuyup yazmayı kolaylaştırır. (…) Gerçekten yeni abecenin benimsenmesinin salt bir yazı değişimi olarak kalmayacağını o dönemin devrimcileri de tutucuları da seziyorlardı.

Falih Rıfkı Atay, yeni abecenin hazırlanışı sırasında çıkan tartışmalardan söz ederken açıkça ortaya koyar bunu: ‘Yeni yazı komisyonunda biz Türkçüler kazandık. Sağcılar Arap ve Farsça sözlerini bütün değerleri ile belirtecek harfler aramışlardır. Arapçada üç noktalı se başka, dişli sin başkadır: Süreyya ve selim aynı söylenmez. Biz buna karşı koyduk. Çünkü Türk ağzında bu söyleniş farkı kalmamıştır. Asıl kavga q harfinden koptu: K harfli Türkçe kelimeleri ince seslilerle ke, kalınlarla ka okuruz. Biz Türkçe alfabe için q harfine lüzum olmadığını ileri sürdük. Yabancı kelimeler ya ayıklanıp gidecek, yahut Türk ağzına uyacaktı’ der, sonra da devrimin gelişimini yakından izlemiş bir yazar olarak kesin gözlemini ekler: ‘Yeni yazı Türkçeleşme hareketine hız vermiştir. Osmanlıcanın devam etmesine imkân yoktu.’

Gerçekten de eğitimin yaygınlaşmaya, okuyanların sayısının hızla çoğalmaya başladığı bir dönemde Osmanlı yazı dili öğelerinin dilimize eskiden olduğundan da fazla karışması işten bile değilken, yeni yazı buna olanak vermedi. Tam tersine Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun söylediği gibi, ‘Harf Devrimi kesinlikle Dil Devrimini, yani karma bir dil olan Osmanlıcadan ulusal bir dil Türkçeye geçişi getirecekti ve nitekim getirdi de.’

Görüldüğü gibi, Yazı Devrimi Türkçeyi bilinçle işlemenin önkoşulu ve ilk evresidir. 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün öncülüğünde, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasından, 26 Eylül 1932’de Birinci Türk Dili Kurultayının toplanmasından sonra da bu eğilim dizgesel bir çabaya dönüşür. 1936 yılında Üçüncü Türk Dili Kurultayında, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adının Türk Dil Kurumu’na dönüştürülmesiyse bu çabaların kısa sürede sağladığı büyük başarıya tanıklık eder.” (Dil Devrimi ve Sonuçları, TDK Yayınları, Ankara 1982, s. 33 ve ötesi)

Bu bilgilerin ışığında Dil Devrimini kısaca, Türkçe ile düşünmeyi, Türkçenin bütün, bilim, sanat ve teknik kavramları karşılayacak yolda gelişmesini sağlayan eylemdir, diye tanımlayabiliriz. Dilbilimci Kâmile İmer de "Dil Devrimi nedir" sorusunu şöyle yanıtlıyor:

"Dili daha çok yerli öğelerin egemen olduğu bir kültür dili durumuna getirmek amacıyla yapılan ve devletin desteğini kazanmış olan ulus çapındaki dili geliştirme eylemine 'Dil Devrimi' adı verilmektedir." (Dilde Değişme ve Gelişme Açısından Türk Dil Devrimi, TDK Yayınları, Ankara, 1976, s. 31 ve ötesi)

Dil Devrimi, dilbilimcilerin belirttiği gibi, doğrudan dilin gelişmesiyle ilgilidir. Devrim süreciyle yüzyıllarca Türkçenin unutulan sözcükleri kullanılır olmuş, işletilemeyen ek-kök ya da gövdeleri işlerlik kazanmış, böylece dilimiz, Mustafa Kemal’in de belirttiği gibi “bilinçle” ele alınmıştır. Dilde devrim yapılamayacağını, türetme işinde “aşırılığa” kaçıldığını öne sürenlerse, yapılan eylemin Türkçenin işlenmesi olduğunu göz ardı ederek ve Dil Devrimini sözcük türetme eylemiyle sınırlı tutarak, türetilen sözcükleri de devrimi de küçümsemişlerdir. Yanlış kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerle, yanlış kurulan eski “terkip”leri bile “galatımeşhur” (yaygın yanlış) diyerek hoşgörenler, “toplum, okul, ilginç, örneğin…” gibi pek çok sözcüğün yanlış yapıldığını, “-sal /-sel” gibi kimi eklerle sözcük türetilemeyeceğini savlayarak Türkçenin kendi olanaklarıyla yapılan sözcüklerden hoşgörüyü esirgemişlerdir.

Her insan, kendi dilinin sözcükleri arasında bağ kurarak kendi tümcesini kurar ve düşüncesini anlatır. Sözcük ve kavramları zengin bir dil, düşüncenin aktarılmasını, iletişimi kolaylaştırır. Bu açıdan bakınca Türkçeye yeni sözcükler, kavramlar kazandıran Dil Devrimi aynı zamanda düşüncenin yenileşmesini sağlayan bir eylemdir. Yine İmer'in söylediği gibi, "Dil Devriminin gerçekleşmesini sağlayan etkenler, aynı zamanda onun amaçlarını ortaya koymaktadır. Uluslaşma etkeni dili yabancı öğelerden temizleme amacını, öteki de kültür dili durumuna getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaçların olumlu sonuçlar vermesi, ortaya çıkan ürünlerin toplumun malı olmasına bağlıdır. Devletin desteği olmaksızın dilde yapılan devrim, bireysel bir eylem olarak kalır, topluma mal olmaz. Dil Devriminin hazırlık evresindeki çabalar, bunun en güzel örnekleridir. Türk Dil Devriminin hazırlık evresi olarak nitelendirebileceğimiz ve Tanzimat Fermanı ile başlayan dönemdeki dili temizleme isteği toplumu kapsayamamıştır. Ancak cumhuriyetten sonra, 1932 yılında devletin öncülüğünde Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kuruluşuyla dilde yapılan yenilikler, ulus çapında bir eylem olarak topluma mal olmaya başlamıştır." (Agy, s. 32)

Dil Devrimi hızla topluma mal olmaya başlamışken özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra devrime eleştiriler yoğunlaşır.

“Dili değiştirmeye kalkan biz değiliz ki! Bu dil, en aşağı yüzyıldan beri boyuna değişiyor. Niçin değişiyor. Bir kişi öyle dilemiş de buyurmuş, onun için mi değişiyor? Olur mu öyle şey? Yüzyıldan beri boyuna değişiyorsa demek ki bir sıkıntısı var, kendi kendine yetmiyor, kendini beğenmiyor; sınırları dar geliyor” (Söyleşiler, TDK Yayını, 1962, s. 113) diyen Nurullah Ataç kuşkusuz haklıdır. Hiçbir dil kendi kendine değişemez, gelişemez. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir dil, kendi akışına bırakılmamıştır. Gelişmiş toplumlar, bilim, sanat ve uygulayımda (teknikte) attıkları her adımı, yeni sözcüklerle, yeni kavramlarla adlandırmışlardır. Üstelik dünyada dilde devrim yapan ilk ve tek ülke Türkiye değildir. Almanya, Macaristan, İsrail ve Norveç, Türkiye’den çok çok önce dilde devrim yapma gereksinimi duymuşlardır (K. İmer, aynı yapıt, s. 36 ve ötesi).

Dil Devrimine Tepkiler Bilimsel Değil, Duygusaldır

Türkiye’deki dilde devrimin kuşaklar arasında kopukluğa yol açtığı, geçmişle bağımızı kopardığı türünden savlar, dilbilimsel veriler, olgular göz ardı edilerek yoğunlaştırılmış, 1950’den sonra bu savların sahipleri siyasal erkten de aldıkları destekle Dil Devriminin tam karşıtı olan “yaşayan Türkçe” söylemini özellikle eğitim kurumlarına egemen kılmışlardır.

Dil Devrimine karşı olanlar eleştiride olduğu gibi eleştirme biçiminde de ölçüyü kaçırmış, Dil Devrimini savunanlara, “ne idüğü bilirsiz manyaklar; kültürsüz, cahil, kasıtlı kişiler; dilimize güve gibi musallat olanlar; fareler; havhavcılar; türediler; birtakım herifler; Nurallah Ataç da olduğu gibi (işi) deliliğe kadar götüren bir ruh hastalığı ve kuru inatçı bir taassub; abesle uğraşma; ilmi tezyif ve istihkâr etme; hür teffekküre düşman olma; cehalet ve hiyanet; hoyrat; densiz; dinsiz; cibilliyetsiz; milletin aklı selimine küfretmek; gençliğin ruhi asaletini yıkan ve behimi hislerini kışkırtan sapıklık; manevi cinayet; milli facia; ilericiliğin soysuzlaşması; Hitlercilik; azılı bir ırkçılık, solculuk; komünistlik; komünistler…” gibi sıfatlar ve anlatımlarla saldırıyı yoğunlaştırmışlardır. Yazık ki bu tür sıfatları ve anlatımları yazıp konuşanlar arasında ordinaryüs profesörler, akademik sanı olan öğretim üyeleri, yazarlar, gazeteciler bulunmaktadır (T. Yücel, aynı yapıt, s.45- 69 arası). Bu kişilerin etkisi ve yönlendirmesiyle özellikle 1960’ların ortasında MEB’nin başlattığı sözcük yasaklama eylemi, sonraki yıllarda da zaman zaman depreşerek bütün devlet kurumlarına yayılmış, insanlar kullandıkları sözcüklere bakılarak “ilerici/gerici; solcu sağcı” diye adlandırılmış; başta öğretmenler olmak üzere pek çok kişi, kullandığı dil öne sürülerek cezalandırılmıştır. Devlet kurumlarının genelgeler yayımlayarak Dil Devrimiyle kazanılan yeni sözcükleri yasaklaması, genellikle “milliyetçi muhafazakâr” iktidarlar dönemine rastlamaktadır, Türkçeyi dışlayan bu “milliyetçilik” anlayışı çok düşündürücüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, ülkede konuşulan başka diller de olmasına karşın, Türkçe dışında, “resmi uyarı, buyruk, belge” niteliği taşıyan genelgelerle yasaklanan başka dil yoktur.

Dil Devrimi savunucularına yöneltilen “dili siyasaya araç yapmak” suçlamasını ise, devlet eliyle yayımlanan genelgelerle; devrimcileri yukarıda örneklerini verdiğimiz sıfatlarla aşağılayanların tavrı çürütmüştür.

Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’yla Dil Devrimini savunanların hiçbir yapıtında, konuşmasında sözcük yasaklama girişimi; kişileri, kurumları kullandıkları dile bakarak eleştiren, türlü sıfatlarla anan ve adlandıran yoktur. Hiç kimse “imkân, cevap, mesele, hürriyet…” gibi sözcükleri kullandığı için eleştirilmemiş, ceza almamış; ama “olanak, yanıt, sorun, özgürlük…” gibi sözcükleri kullananlar uyarılmış, soruşturma geçirmiş, kimi öğretmenler sürgünle cezalandırılmıştır.

Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde Dil Devrimini ve devrimle kazanılan sözcükleri karalayanlardan yaşamda olanlar gibi, devrim karşıtlarının ardılları da “deli” diye anılan Ataç’ın, öteki devrimcilerin yarattığı sözcüklerle konuşup yazmaya başlayacaklardır.

Böylece Ataç’ın dediği gibi, Türkçenin ve devrimin gücü önünde durulamayacağını tarih kanıtlamıştır. En önemlisi, laik cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ne denli uzakgörüşlü, duyarlı bir önder ve aydın olduğu yeniden ortaya çıkmıştır.

Eleştiri adıyla büyüyen ve örgütlü tepkiye dönüşen bu saldırılar, meyvesini 1980’lerin başında vermiş, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu, olağanüstü bir dönemde militarizmin gücüne yaslananlar tarafından kapatılmıştır.


KAYNAK: DİL DERNEĞİ internet sitesi www.dildernegi.org.tr

Hiç yorum yok: