26 Nisan 2008 Cumartesi

Yakamoz

Mehmet Yalçın

Ön açıklama

Bu yazı, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa - i Hukuk dergisinin Şubat 2008 sayısı için yazılmıştı. Aynı yazıyı Türk Dili Dergisi’nde de yayımlamak istedim; ama bu derginin içerik ve amacına uygun düşecek kimi değişiklik ve eklemeler de yaptım.

Burada bir şeyi daha belirtmek istiyorum: Yazının amacı, yalnızca bir gazeteciyi eleştirmekle sınırlı değildir. Genelde bir köşe yazısı bir günlüğüne okunur, birkaç gün sonra unutulur gider, oysa burada konu ettiğim yazı Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliğini değiştirmeye yönelik bütün bir "mütegalibe"[i] kesiminin etkin görüşünü yansıtıyor. Devletin en temel kurumları bile bu kesime güç veriyor. Örneğin, geçtiğimiz yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na yüz binlerce yurttaşımızın imzasını taşıyan bir başvuru yapılmış ve Türkçenin kirlenmesine karşı önlem alınması istenmişti. İlgili "meclis komisyonu", dilimize yabancı sözcüklerin girmesini "çok önemli bir kazanım" sayarak başvuruyu işleme koymamıştı.

Bu yaklaşımı, dilin temel ilkeleri açısından irdelemek istedim.

*

Türkçeyi küçümsemek

Kendimi bildim bileli aralıksız okuduğum tek gazete Cumhuriyet'i övmekten de eleştirmekten de bıkmıştım. Ama Nilgün Cerrahoğlu'nun 5 Ocak 2008 günlü sayısında çıkan "Rafinman Ne Demek" başlıklı yazısı beni bir kez daha yeminimi bozmaya kışkırttı. Kendisini, bilgi kaynaklarına güvenerek, Batı dünyasını ve Türkiye'nin Batı'yla ilişkilerini iyi değerlendiren çözümleyici bir gazeteci olarak algıladığımdan, yazılarını ilgiyle okuyordum; kısacası en beğendiğim yanı, dilinden çok düşünce yordamıydı. O nedenle, Türkçede yaptığı ilginç sapmacaları[ii]2, örneğin kimi bağlaçları olağan yerlerinin dışında kullanmasını, kişisel biçemine ya da (duyumsattığı kadarıyla) fazla yabancı dil bilmesinin etkisine bağlıyor, "Nasıl olsa ne demek istediğini anlıyorum" diye hiç de eleştirmiyordum. Batı dillerinden bir parça anladığım için, sık sık yabancı sözcük kullanmasını da görmezden geliyordum. Burada andığım yazısında da olduğu gibi, bir tümcede "örneğin", bir sonrasında "misal" demesine de takılmadan geçerdim: "Çok etkileyici' demiş örneğin biri. / Pakistan'da yaşamış bir okur da misal şunu yazmış... " diyor (Vurgulama benim). Akrabalık belirten sözcükler olarak "teyze - hâlâ" yazarken hâlâ'da kullandığı inceltme iminin yersizliğine de aldırmam: Artık ilköğretim öğrencileri de biliyor ki, "babanın kız kardeşi" anlamına gelen sözcük hala', "gene de, şimdi bile" anlamına gelen sözcük hâlâ biçiminde yazılır... Kendine özgü "kozmopolit" dil öğeleri, bir yabancının Türkçe konuşmasında yaptığı sevimli pürüzler gibi, eğlendirir beni. Bütün bunları gerçekten önemsemem ve yazısının içeriğine veririm kendimi.

Ne var ki Cerrahoğlu, Türkçeyi küçümseyen bu yazısında, çözümleyici gazeteci niteliğinin yanında, dil konusunda da savdolu (iddialı) birisi olduğunu duyumsatmaya çalışmış gibi geldi bana. Söz konusu yazısında biri onu öven, öteki eleştiren iki okurundan alıntılar yaparken, ikincisine yönelik oldukça ağır bir karşı -eleştiride bulunuyor; daha da önemlisi, onda bulduğu kusurları ülkemiz için bir özgürlük sorunu olarak değerlendiriyor; Türkçeyi özleştirme çabalarını "içe kapalı milliyetçilik" anlamında suçluyor. Şöyle diyor bayan Cerrahoğlu: "Benim için büyük değer taşıyan beğenilerini teşvik edici mektuplarla dile getiren okurlar karşısında; son yazıma alerji (!) duyan okur da var.[iii] Sebep içinde geçen "yabancı sözcükler'..."

Okur kendisini şöyle eleştirmiş: "Yazınızın başında 'charm' sözcüğünü Türkçeye çevirmenin zorluğundan söz ettikten birkaç paragraf sonra, bir de 'rafinmanın böylesi!' demeniz tuz biber ekti. Allahaşkına, ne demek 'rafinman'? Türkçede var mı böyle bir sözcük? Sizin okuyucularınız kimler? Kime neyi anlatmak istiyorsunuz? Cumhuriyet okuyucuları arasında kaç kişi bilir bu sözcüğün anlamını? Türkçeyi sevin ki, kendinizi beğendiğiniz anlaşılsın! Türkçeye saygılı olun ki, kendinize saygınızın olduğu anlaşılsın!..' "

Alıntıya şunu ekliyor Cerrahoğlu: "Ülkün Tansel isimli okurum, 'yabancı sözcüklere' öyle takmış ki, 'içerikle' hiç ilgilenmemiş..."



Dil dersi

Bu konuda kendisine, dolayısıyla da tüm Cumhuriyet okurlarına bir güzel dil dersi veriyor: Ona göre "Türkçemiz, bazı alanlarda çok güçlü bir dil. / Akrabalık ilişkilerini tanımlamakta örneğin, 'rakipsiz'! Amca-dayı, teyze-hâlâ, enişte-bacanak... (...) 'Doğayı' anlatmakta da Türkçe gene sayısız olanaklara sahip. Bunun en güzel örneğine daha yeni tanık olduk. 'Kulturaustrausch' (Kültürel Değiş Tokuş) isimli bir Alman dergisi 'yakamoz'u, 'dünyanın en güzel sözcüğü' seçti. 'Yakamoz' dünya basınına, internet bloglarına girdi. (...) Ve sonunda bu söz, Türkçeyle ilgisi olmayan başka dillerin dağarcığına katıldı. Neden? Çünkü yakamoz, başka hiçbir dilde olmayan bir 'kavramı' anlatıyor. (...) / Aynı gücün karşılığını ne yazık ki, 'soyut kavramlar' ve 'düşünce dilinde' bulamıyoruz Türkçede. Bu da yapısal bir yetersizlikten değil, 'düşünce' önündeki ezeli ve ebedi engellerden kaynaklanıyor".

Onun gözünde, dünyada "en yakamozlu dil Türkçe", "en zengin kelime hazinesine sahip" dil de İngilizcedir. "Çünkü bir 'imparatorluk dili' olma özelliğini hiç yitirmemiş. Türkçe dahil; tüm dillerden dizi dizi 'yabancı kavram' almış ve de bunları 'kimlik' sorunu etmeksizin, 'İngilizceleştirmiş'..." Bu dili Türkçeyle karşılaştırırken de şöyle diyor: '"to think', 'to meditate', 'to ponder', 'to reflect'.. gibi düşüncenin farklı dozları ve boyutlarını dile getiren - düşünmekten başka -kavramların Türkçede karşılığı var mı? 'Tefekkür' derseniz... Bunu kim hatırlıyor?"

Buradan giderek, Türk dili ve Türk toplumu üstüne tanısını koyuyor: "Sorgulamasız 'içe kapanış', dile hizmet edemez. Türkçeye sevgi ve bağlılık, 'olmayan kavramlar' üzerinde de düşünmekten geçer./ Dilimizi, belli sözcükler etrafında dönerek zenginleştiremeyiz. Türkçenin asıl düşmanı; 'düşünmek için' ortaya atılan birkaç yabancı sözcük değil, kalıplaşmış ifadeleri kullanmaktır".

"'Olmayan kavramlar' üstünde düşünmek" önemli bir ruhsal - dilbilimsel tartışma konusudur: Dil bir göstergeler dizgesidir; kavram olmadan, onu anlatacak herhangi bir dil öğesi öngörülemez. Çağdaş dilbilimin kurucusu Ferdinand de Saussure'ün belirttiği gibi "Sözcüksel anlatımından soyutlanarak ele alındığında, düşüncemizin, ruhbilimsel açıdan, biçimlenmemiş, ayrımsız bir yığın olduğu görülür. Filozoflar da, dilbilimciler de göstergelerin yardımı olmadan iki kavramı açık seçik ve sürekli biçimde birbirinden ayırmamıza olanak bulunmadığı görüşünde her zaman birleşmişlerdir."[iv]

İlerde de değineceğim gibi, belirli bir göstergeleşme süreci geçirmemiş, ister yabancı, ister (yeni üretilmiş) öz Türkçe olsun, hiçbir sözcük bir dil öğesi olarak işlemez; ancak Türkçe biçimbilgisi ilkelerine göre kurulmuşsa, tasarlanan içeriğini belirli ölçüde ele verebilir. Ama onu işlevsel bir öğe olarak dile kazandıracak olan etken, toplumsal süreçtir.

Cerrahoğlu'nun dilbilimsel esin kaynağı Şükrü Haluk Akalın: "TDK Başkanı" diye andığı bay Akalın "Türk medyasının 'bin sözcük' kullandığını söylüyor [muş]. Bu bin sözcüğün yüzde 49'unu da 'yüz sözcük' oluşturuyormuş!"[v] (...) "Yeni kavramlarla aramıza duvar örmek yerine asıl buna tepki göstermeliyiz" diyor. Fırsat bu fırsattır diyerek, şimdiki (sözde) "Türk Dil Kurumu"nun[vi] bu sorunlarla ilgili bir yayınını da tanıtıyor: "Yeri gelmişken... TDK'nin bir 'Batı kökenli Kelimeler Sözlüğü'" bulunduğunu yazısına ekliyor.[vii]

Dillerin ayrılığı

Diller birbirlerine üç açıdan "yabancı"dır: Anlatım düzlemi’nde, içerik düzlemi’nde ve yazılı anlatım biçiminde. Çağdaş dil kuramı öncülerinden Louis Hjelmslev'in örnekleriyle bunu açıklamaya çalışalım. "Bilmiyorum" anlamında bir içeriği aktarmak için Dancada (Danimarka dilinde) jeg ved ikke, İngilizcede / do not know, Fransızcada je ne sais pas, Fincede en tiedâ, Eskimocada naluvara deniliyor[muş]. Dışardan bakışta bir dilden ötekine değişen şey, anlatımın biçimi düzleminde, çünkü her bir dilin anlatım düzlemi, biçim olarak da nicelik (sözcük ve anlambirim sayısı) olarak da değişiktir.

Bu açıdan ilk örnekle dördüncüyü karşılaştıralım: Dancada 'ben' anlamında jeg, 'biliyor' anlamında ved, sonra (o, onu, bu, bunu, vb.) anlamında det (nesne adılı), en sonunda da olumsuzluk öğesi ikke sözcükleri kullanılıyor. Fincede ise önce olumsuz (yok - ben[viii]) anlamında bir eylem, sonra da "bilmek" karşılığında bir kavram yer alıyor.

Öte yandan, dilden dile birbirinin karşılığı sanılan sözcüklerin kavram alanları da denkleşik değildir. Örneğin Galce gwyrdd sözcüğü Fransızca vert (yeşil) kavramının belirli bir kesimini karşılarken glas sözcüğü Fransızca bleu (mavi) kavramının tümünü, vert (yeşil) ile gris (gri) renklerinin belirli bölümlerini kapsar. Yani Galcede bir yerde yeşile, bir yerde griye çalan ve bir yerde mavileşen renk açılımını belirtmek için glas sözcüğünü kullandıklarında, o dili bilenlerin kafasından geçen renk, bizim düşündüğümüz mavi değildir yalnızca. Yine Galcede llwyd sözcüğü de bizim bildiğimiz gri'nin koyusundan koyu kahve ve karaya yönelen bir rengin karşılığıdır. Hjelmslev, bu iki dildeki renk açılımının kavramlaşma denkliğini şöyle özetliyor:[ix]






Dillerin yazılı anlatım biçimleri de birbiriyle uyumsuzdur. Yani aynı ses zincirini aktaran yazı uygulaması birbirine benzemez. Örneğin İtalyanların baracca sözcüğünü almışız ama, onu baraka biçiminde yazıyoruz; Fransızların chemin de fer'ni şimendifer, İngilizlerin mine'ını mayın olarak yazıyoruz, vb. Ayrıca bir dilde olan ses başka bir dilde olmayabilir: Örneğin Türk abecesindeki /ğ/ ve \ı\ harfleri gibi, gösterdikleri sesler de bildiğimiz başka dillerde yer almıyor.

Kaldı ki bir yabancı sözcüğü Türkçenin yazımına uydurmak onu Türkçeye kazandırmak anlamını taşımaz: Örneğin Fransızca raffinerie sözcüğünü rafineri biçiminde yazarak Türkçeye kazandırmışsak, aynı şeyi yine aynı dilin raffinement sözcüğü için yapamayız. Yani Türkçeleştirmek için onu rafinman biçiminde yazmak yetmez; çünkü birinci sözcüğün Türkçeleşmesi tarihsel - toplumsal bir sürecin ürünüdür ve dilimizde saymaca (konvansiyonel) bir değer kazanmıştır. Cerrahoğlu'nun okurunun tepkisi bu olaya karşıdır.

Aynı uyumsuzluk soyut kavramlar için de geçerli. Örneğin düşünce kavramı çok değişik sözcüklerle anlatılabilir. Bu temel kavrama yakın anlamda değişik sözcük dizileri üretmişiz: Düşünce - görüş - inanç - inanış - sanı -fikir, vb. gibi bir kavram ekseni yanında, bir de düşünce - tasa - kaygı - saplantı, vb. gibi bir başka eksen üretmişiz. Böyle bir kavramlar dizgesinin tıpatıp karşılığını başka dillerde bulamazsınız

"Yakamoz" ve maganda dili

Türkçe sözlükler yakamoz'u Yunanca ya da Rumca bir sözcük olarak belirtiyor, ancak ulaşabildiğim Yunanca sözlüklerde ve Yunanca bilenlerin belleğinde böyle bir sözcük yer almıyor.[x] Türkçe - Yunanca bir sözlük onu, "parıltı", "parlaklık" anlamına gelen OtocHpopıojıöç (fosforismos) sözcüğüyle tanımlamış. Ama ses biçimine bakılırsa yakamoz “Ben Türkçe değil, Yunancayım!" diye bağırıyor nerdeyse. Bu durumda en mantıklı varsayım, bu sözcüğün, "kayık sefası"na düşkün Osmanlı dönemi İstanbul Rumlarınca üretilmiş olmasıdır.

Burada yakamoz’un Türkçede kullanılmasına ya da Türkçe olmasına duygusal ya da ırkçı bir yaklaşımla karşı çıkmam kesinlikle söz konusu değil. Tam tersine, onu ben de çok seviyorum. Ama "yabancı sözcük - Türkçe sözcük" tartışması bağlamında, sanki öz Türkçeymiş gibi sunulması yanlış. Dilimizde kullanılan binlerce yabancı sözcükten biri de o olabilir. Yani "Türkçeye mal olmuş bir sözcük" demek başka şey, "Türkçe sözcük" demek başka şey. Nitekim "Türk Dil Kurumu Başkanı" olarak anılan Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın da yakamoz’un kökeninin Rumca olduğunu kabul ederek şunları söylüyor. "Biz bu kelimeyi Rumca'dan aldık. Türkçenin söz varlığına katılmış ve yeni anlamlar katılarak kullanılıyor. Rumca'da şu an kullanılıyor mu bilmiyorum. Biz bu kelimeyi Anadolu Rumlarından almışız. Türkçeleşmiş kelimedir. Her dilde başka dillerden katılmış kelimeler vardır. Başka anlamlarla dile yerleşebilir. Biz bunu daha işlek bir hale getirmişiz. Türkçenin malı olmuştur ve bizim için sevindiricidir."[xi] Böyle bir anlayışa sınırlı bir saygı duyulabilir. Gelişmiş Batı dillerinin sözlüklerinde de sözcüklerin kökeni açıkça belirtilir.

Ama dile yabancı sözcükler katmanın bütünüyle doğal ve olumlu bir kazanım gibi gösterilmesi doğru değil. Örneğin dilimizde birbirine yakın anlamda kullanılan eylem - aksiyon, etkinlik - aktivite gibi sözcüklerin birincileri Türkçe, ikincileri Fransızcadır. Sözcükler, çakıl taşları gibi tektürden ya da terkparça (monolitik) birer bütün değil, özgülendikleri dilin gerektirdiği yapısal niteliklerle uyumlu olarak biçimlenirler: Çünkü dil, hazır kavramlar kullanan bir araç değil, kendi kavramlarını kendisi üreten, yani kendine özgü kavramlama süreciyle işleyen etkin bir düzenektir. O nedenle bir dilde kullanılan en işlevsel öğeler o dilin kendi ilkelerine göre üretilmiş öğelerdir.

Bir de yabancı sözcükleri Türkçeleştirme ile yabancı sözcükleri daha da yabancılaştırma arasında bir ayrım yapmak gerekiyor. Örneğin, "dışa açılma" adına eylem yerine aksiyon kullanmayı seçen dil magandaları, hem aksiyon yerine action yazıyor, hem de onu ekşin diye söylüyor. Oysa İngilizcede kullanılan action, Türkçeye olduğu gibi o dile de Fransızcadan geçmiştir. Onlar Fransızca kökenli sözcüğe kendi söyleyiş biçimini uygulamışlar, biz Fransızlar gibi söylemişiz.[xii]

Osmanlıca saplantısı

Kendi yurdumuzda Türkçeyi bastırmaya ve yok saymaya yönelik bir yabancılaştırma çağı yaşıyoruz. Nilgün Cerrahoğlu da - umarım bilmeyerek - bunu yapanlara katılıyor ve bol bol yabancı sözcük alarak Türkçenin varsıllaşacağını savunuyor. Anlayışı şu: İngilizler, bir İmparatorluk dili olan İngilizcenin kavram zenginliğini korudular; oysa biz, bunu yapmak yerine, "Sorgulamasız bir içe kapanış'" anlamına gelen Türkçeyi özleştirme tutkusuna kaptırmışız kendimizi. Açıkça, "Biz de bir imparatorluk kurmuş ve Osmanlıca diye yabancı dil öğeleriyle varsıllaştırılmış bir dil geliştirmiştik[xiii]; onu korumalıydık" demekliğine getiriyor; oysa işin gerçeğinde, Türkçeyi koruyamadık.

Osmanlı döneminde, her alanda olduğu gibi dil yoluyla da yaratılmış, hiç değilse belli çevreleri büyülemiş güzelliklere karşı çıkılmayabilir. O nedenle kişisel olarak ben, kimi Osmanlı değerlerini özleyen duygulu ve duyarlı insanları hiç yadırgamam. Ama bir iki örnekten yola çıkılarak, Türkçenin yabancı sözcüklerle varsıllaşacağını öne sürmek, eğer Cumhuriyet devrimlerine bir karşıtlık söz konusu değilse, Cumhuriyet'le oluşan çağdaş kültürümüz, çağdaş yapıtlar veren dilimiz, varsıllaşan kavram ve imge dünyamız, vb. karşısındaki bu tutum duyarsızlık, ilgisizlik ya da bilgisizlikten başka bir anlam taşımaz. Türkiye'de bilimin ve sanatın ancak Cumhuriyet devrimleriyle birlikte dünyaya açıldığını ve ileri kültür toplumlarıyla yarışır duruma geldiğini görememenin başka hiçbir açıklaması olamaz. Aynı gelişme içinde, öz Türkçeyle şaşırtıcı yoğunlukta imgeler ve kavramlar yaratıp sergileyen bir Melih Cevdet Anday mı "içe kapalı" bir Türkçeyle oyalanıp durmuştur? Ben onun "Orta Yaşlı Kadın" başlıklı ve topu topu 8 dizelik küçük bir şiiri üstüne 30 sayfalık bir çözümleme yaptım; şiirin, yalnızca /düşünmek/ kavramını betimleyen imgelerle kurulmuş olduğunu gördüm, şaşırdım. Bir başka çalışmamda Nazım Hikmet'm "Onlar" başlıklı şiirinde gizliden gizliye yarattığı kavramları kullanarak yaptığı imgesel çizimlere büyülendim. Oysa birçokları o büyük ozanın ne ölçüde hain ya da ne ölçüde toplumcu olup olmadığını tartışıyordu. Yaşar Kemal, dünyada anlatım gücü en yüksek üç dilden biri olan Türkçede yapıtlar vermekle övündüğünü açıklamıştır birçok kez. Cumhuriyet gazetesini uzun yıllar yöneten ve ayakta tutan Nadir Nadi, en yüksek oranda öz Türkçeyle yazan ve bütün yapıtları ilgiyle ve sevilerek okunan bir aydınımız. Örnekler çoğaltılabilir. Devrim ilkelerine yeniden dönülür gibi olduğu 1960'lı ve 70'li yıllarda, dilimizin büyük oranda özleşmesiyle birlikte, Türkiye bilimde, yazında ve öteki sanat alanlarında çok büyük bir açılım göstermiştir.

Türk dil devrimi, Türkçenin, ulusal bağımsızlık temelinde ve böyle bir verimlilik içinde gelişmesi ve güçlenmesi için yapılmıştır. Batılıların kendileri açısından bu gerçeği yüzyıllar öncesinden görerek gerekeni yaptıklarını, diller tarihiyle az çok ilgilenmiş herkes bilir.

Ece Yakamoz

Gelelim "yakamoz" olayına: Eldeki bilgilere bakılırsa, bu sözcük, "haymatlos" benzeri bir şey, yani uyruğu yok. Yunanca kılığına girmiş, hangi dilden olduğu belli değil; soyu sopu bilinmiyor; anlatım biçimi gibi, içerik biçimi (tam olarak ne anlama geldiği) de açık değil: Kimileri dalgalanan suyun uyandırdığı ışık izlenimi olarak tanımlıyor onu; kimilerine göre bunu yapan bir deniz yaratığı. İnsanlar onu seviyor. Ama sıradan bir dil öğesi olarak değil, anlatımı ve içeriği devingen bir şiir olarak... Berlin'de onu dünyanın en güzel sözcüğü seçenlerin daha dilsel bir ölçüte dayandığını sanmam. Bir dünya ecesi olarak seçilmiş sanki. Ya da arkasından gidilen, ama bir türlü ulaşılamayan çok güzel bir hayat kadını gibi de düşünebilirsiniz Yakamoz’u. Bu sözcüğü, İstanbul Rumlarının ince duyarlılığına daha çok yakıştırdım, Yunan abecesine uydurarak rıotKajıoç'a dönüştürdüm ve bu yazıya başlık yaptım: Söylenişi gibi yazılışı da çarpıcı olmuyor mu böyle?

Nilgün Cerrahoğlu bence konuyu biraz çarpıtmış; "yakamoz" üstüne daha coşumlu bir yazı yazacağına, işi dil kuramına dökmüş ve devrim karşıtı ruhsal yapısını açığa vurmuş.

Bu bende gerçek bir düş kırıklığı yarattı.



[i] Arapça galebemden türemiş olan mütegalibe sözcüğü, yakın geçmişteki sol devrimcilerin dilinde büyük çoğunluğa zorla egemen olan ve yönlendiren sömürücü kesimi belirtmek için kullanılıyordu. Önceki yüzyıllarda geçerli olan doğrudan zorbalığın yerini günümüzde, kandırmaya ve yanıltmaya dayanan yaymaca (propaganda) takımı almıştır.

[ii] Onun anlayacağı bir sözcük kullanmak gerekirse, galiba burada sapmaca yerine ekar demem gerekecek; daha da rahat anlaması için Fransızca yazılışıyla, écart demeliyim belki de. Örneğin, "Şemsiyemi almalıyım, yağmur çünkü yağıyor" gibi bir tümcede, çünkü'nün olağan yeri dışında kullanılması bir écart'dır: ama bir dil yanlışı değil.

[iii] Burada olduğu gibi, anlaşılmaz öğelerle uzatılmış, insana içi boş gibi gelen dolambaçlı tümcelerine kafamı takmadan okumayı sürdürürüm.

[iv] Bkz. Genel Dilbilim Dersleri, 1, çeviren B. Vardar, TDK Yayınları, Ankara, 1976, s. 104.

[v] 1000 sözcüğün % 49'unun 100 sözcük ettiğini ben aritmetiksel olarak kavrayamadım. Bu da "kalıplaşmış" Türkçemizin yetersizliğinden kaynaklanıyor olmalı (!). Belki de kullanım sıklığı açısından bir oran söz konusu. Örneğin "1000 sözcük 100 dakikada kullanılıyorsa, bunların içinde en sık kullanılan 100 sözcük 49 dakika alıyor" denilmek istenmiştir.

[vi] Türk Dili Dergisi" nin ön kapağının iç yüzünde (altta) her sayıda anımsatıldığı gibi "Türk Dil Kurumu 12 Temmuz 1932'de kuruldu. Türk Dil Kurumu'nu 19 Ekim 1983'te kapattılar".

[vii] Kapatılan Türk Dil Kurumu’nun sayısız terim çalışmaları ve sözlükleri yanında, yabancı sözcüklere Türkçe karşılık arama çalışmaları boşunaymış demek! Ali Püsküllüoğlu’nun bu alanda yayımladığı ciltlerce yapıtlar da bir Cumhuriyet yazarının ilgisini çekememiş!

[viii] Şurası ilginç. Fincede olumsuzluk belirten dil öğesi, aynı zamanda bir eylem değeri taşıyor ki bilebildiğim hiçbir dilde böyle bir kavram bileşiği yok (M. Y.).

[ix] L. H., Prolégoménes a une théorie du langage (Dil bir kuramına giriş ilkeleri), Fransızca çeviri, Les Editions de Minuit, 1968-1971, Paris, ss. 69-71).

[x] Bu konuda beni aydınlatan klasik diller uzmanı değerli bilim insanı Doç. Dr. Recai Tekoğlu'ya teşekkür ediyorum.

[xi] Kaynak: http://blog.dergibi.com/2007/11/02/yakamoz-turkce-degiI-rumcaymis/ (10. 01. 2008).

[xii] Dilimize Fransızcadan geçmiş hemen bütün sözcükler Fransızların söyleyiş biçimiyle kullanılıyor. Bunun ayırdına varıldıkça, bu sözcükleri de İngilizceleştirme süreci yaşıyoruz bugün. Kimileyin de bilinçsiz bir ibretleştirmeyle (soysuzlaştırmayla) yapıyorlar bunu.

[xiii] Oysa İngilizler, kökenlerinden günümüze değin, tarihlerinin hiçbir döneminde, İngilizcenin özgün yapısı ve öğeleriyle gelişmesini bastıracak bir yabancılaşmaya izin vermemişlerdir. Belirli oranda yabancı öğeler bütün dillere girebilmiştir.



Kaynak: Türk Dili Dergisi

Hiç yorum yok: